Joel ve Ethan Coen’in yazıp yönettiği “Sen Şarkılarını Söyle” (Inside Llewyn Davis) seyirciyi 1961 yılına götürüp hayata tutunma mücadelesi veren evsiz bir müzisyenin hüzünlü ve ironik hikâyesini anlatıyor.


“Sen Şarkılarını Söyle”, New York'lu müzisyen Llewyn Davis’in (Oscar Isaac) hayatından 5-6 günlük bir kesit aktarıyor. Ama öyle bir kesit ki, oradan geçmişine bakıp gelecekte olabilecekler üzerine tahminler yürütebiliyorsunuz. Bizim şahit olduğumuz zaman diliminde ise işler onun için yolunda gitmiyor. Llewyn Davis’in ne parası ne yatacak yeri var. Dostlarının kedisini kaybediyor, yakın arkadaşının sevgilisi Jean’i (Carey Mulligan) hamile bıraktığını öğreniyor ve terslikler birbirini kovalıyor... Davis için üzülüyorsunuz ama çabuk sinirlenen, antipatik biri olduğunu da görüyorsunuz. Şarkılarını dinlerken ise işin rengi değişiyor.


Kaliteli müziğe övgü

Hatta Coen Kardeşler’in asıl meseleyi filmdeki şarkılar üzerinden yansıttıkları dahi söylenebilir. Bu aksi genç adam, eskilerin deyimiyle çok “içli” söyleyen, şarkılara ruhunu katan bir müzisyen. Ne var ki, Amerikan ‘folk’uyla ‘blues’u birleştiren, İngiliz halk baladlarına kadar uzanan bu repertuar ve tarz, o yılların “piyasasına” hitap etmiyor. Filmin en kritik sahnesinde, tam da Davis’in şansının döneceğini ümit ettiğimiz bir anda, o dokunaklı “The Death of Quenn Jane” şarkısını dinleyen yapımcı (F. Murray Abraham) “Bunda para kokusu alamadım” diyerek sadece Davis’i değil, hepimizi hayal kırıklığına uğratıyor. Müzik piyasasının yakışıklı beyaz erkekler ile güzel kadınların eline geçtiği, ‘folk’un popülerleşip hafifleştiği bir dönemde Davis’in ve şarkılarının kuşkusuz çok az şansı var. Öte yandan, Bob Dylan gibi ‘folk’un kaderini değiştirecek bir müzisyen de değil Davis. Ama biliyoruz ki, pek yakında Bob Dylan gelecek ve devrimci tarzıyla Davis’in de şarkı söylediği Greenwich Village folk kulüplerini sarsacak. Davis de büyük ihtimalle (tıpkı Coen Kardeşler’in onu yazarken esinlendikleri Dave Van Ronk gibi) Dylan’ın yarattığı bu yeni müzik ikliminde değer kazanacak. Ama folk müziğin tarihi konusunda bilgisi olmayan seyirci için filmin bu yönü ne yazık ki ortaya çıkmıyor; özellikle final boşlukta kalıyor. Oysa bir başarısızlık öyküsünden ziyade dipten dibe kaliteli müziği ya da iyi sanatı kutsayan bir film bu. Coen kardeşler, taviz vermeyen sanatçının ödediği ağır bedelleri anlatırken sanki hepimize “kötü günler geçer, önemli olan sağlam durabilmek” diyorlar. “Sen Şarkılarını Söyle”yi iyi bir film yapan tabii ki öncelikle tüm bu fikirleri hayata geçiren senaryosu. Öykünün daha çok semboller üzerinden ilerlediği söylenebilir. Kayıp kedi ‘Davis’in evsizliğini; otomobiliyle çarpıp yaraladığı hayvan, vicdani sıkıntılarını; Chicago’ya birlikte gittiği narsisist caz müzisyeni (John Goodman) ile deli şair (Garrett Hedlund) ise kendi içindeki çelişkilerini, korkularını yansıtan birer aynadan farksız.





Melankolik kış atmosferi

Filmin hafızalara çakılı kalacak en önemli özelliği ise bence Bruno Delbonnel’in Oscar’a da aday olan görüntüleri. Delbonell, Llewyn Davis’in hüzünlü yalnızlığını, çaresiz hallerini donuk, gri bir kış ışığıyla ölümsüzleştiriyor. İskandinav filmlerinden hatırladığımız soluk beyaz kuzey ışığı soğuk bir renk paletiyle buluşup melankolik, lirik görüntülere dönüşüyor. Sisler içindeki o karanlık yolculuk sahneleri ise unutulacak gibi değil... “Sen Şarkılarını Söyle” tıpkı Llewyn Davis’in şarkıları gibi “içli” ve çok duygusal bir film. Ama Davis kendini nasıl kabalığıyla gizliyorsa, Coen kardeşler de ironik hikâyenin arkasına saklanıyor.


Yazı: Mehmet Açar

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.