Yer yer ilginç alt kültür gözlemleri taşısa da, sıradan bir “köstebek polis” hikâyesi anlatan 2001 tarihli ilk film “Hızlı ve Öfkeli”, içerdiği aksiyon, testosteron, hız ve heyecan unsuruyla bugünlere kadar uzanan bir serinin temellerini atmayı başarmıştı. Lakin, 2011 tarihli beşinci film dışında öyküler, genelde ilk filmin hep gerisinde kaldı. Serinin yeni filmi de bu durumu değiştiremiyor. Senaryo yazarları, Rio’da yaptıkları büyük vurgunun ardından zengin olan ekibi yeniden bir araya getirebilmek için sahneye James Bond filmlerindeki gibi dünyayı tehdit eden tehlikeli bir suçlu (Luke Evans) çıkarıyorlar. Luke Hobbs (Dwayne Johnson) da dünyada sanki anti-terör timi yokmuş gibi gidip bizimkilerin kapısını çalıyor. Öldü sandığı Letty’yi (Michelle Rodriguez) yeniden bulmak gibi bir amacı olan Toretto (Vin Diesel) bir yana, diğerlerinin canları pahasına neden dünyayı kurtarmaya giriştiğini anlamak pek kolay değil. Dolayısıyla, öykü daha ilk anlardan itibaren sendelemeye başlıyor. Bunu telafi etmek için de hareket, hız, silahlı çatışma ve dövüş sahnelerinde ifrata kaçılıyor. Zaten film kötülerle iyilerin çeşitli mekânlardaki kapışmalarıyla ilerliyor. Moskova’daki ilk raundu kötüler kazanırken, Londra’da eşitlik bozulmuyor. İspanya’daki son 2 rauntta ise karşılaşmanın sonucu belli oluyor...


İnandırıcılığı zayıf

İşin aksiyon cephesine bakarsak, tanklı otoban takibi ve biraz da finaldeki uçaklı, otomobilli sahne dışında öyle muhteşem bir aksiyondan söz etmek zor. Kahramanların ultra akrobasi yetenekleri de yer yer filmin inandırıcılığını zedeleyip gülüşmelere neden olabiliyor. Serinin daha önceki 3 filmini yöneten Justin Lin, aksiyon ve dövüş sahnelerini, çoğunlukla hızlı kurgulanmış yakın planlarla çektiği için görsel bir keyif veremiyor. Dövüş bölümlerini de gereksizce uzatıyor. Yine de özellikle takip sahnelerindeki efektler ve ses çalışmasının yardımıyla adrenalini hep üst seviyede tutmasını biliyor. Öykünün sığlığından gelen sorunları ortadan kaldırması ise elbette mümkün değil. Sadece meraklılarına...


Ne seninle sensiz

Dünya prömiyerini geçtiğimiz yıl Sundance Film Festivali’nde yapan “Vazgeçmem Senden”in (Celeste and Jesse Forever) başlangıcı, seyirciyi ters köşeye yatıran cinsten. İlk iki sahnede “Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş” diye seyrettiğimiz Celeste (Rashida Jones) ve Jesse’nin (Andy Samberg), üçüncü sahnede boşanmanın eşiğine geldiklerini ama bir türlü yakın arkadaş olmaktan vazgeçemediklerini anlıyoruz. “Ayrı yaşarken arkadaş kalmaya devam etmeyi deneyen” çiftin hikâyesini seyredeceğimizi zannederken bir “ters köşe” daha geliyor ve beklenmedik sulara doğru yol almaya başlıyoruz.


Samimi bir mekan

Başroldeki Celeste karakterini oynayan Rashida Jones ile torbacı Skillz’i canlandıran Will McCormick’in birlikte yazdığı senaryo, ilginç bir biçimde gelişen olay örgüsüyle sonuna kadar merakla takip ediliyor, sahiciliğini kaybetmiyor. “Vazgeçmem Senden”in en beğendiğim yanı, hayatımızı mahveden gerçek “kötü adamların” aslında içimizde gizleniyor olduğunu düzgün bir sinemayla anlatabilmesi. Kendine çok güvenen, kuralcı ve kibirli “profesyonel trend tahmincisi” şirin Celeste, çelişkileri, bencillikleri ve zaaflarıyla inandırıcı, akılda kalıcı, güçlü bir ana karakter. Diğer karakterlerin ise onun kadar iyi işlenemediği ve bazı sahnelerin gereksizce uzun tutulduğu söylenebilir. Ama son tahlilde, Lee Toland Krieger’in yönettiği “Vazgeçmem Senden”in, Amerikan bağımsız sinemasının o samimi ruhundan bir şeyler taşıdığı kesin. Üstelik en az bir romantik komedi kadar da eğlenceli...


Haber: Mehmet Açar

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.