Sezgiler, tarihin başından beri insanlığın ayrılmaz bir parçası. Doğayla kurduğumuz ilişkiyi yönlendiren, bizi tehlikelerden koruyan ve doğru kararları almamıza yardımcı olan sezgiler, modern çağda ikinci plana atıldı. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren teknoloji ve bilimin hayatımızdaki ağırlığının artmasıyla, sezginin sesi değersizleşti. Bugün ise bilim ve teknolojiyle eriştiğimiz zirveler, bizi iç sesimizin önemini yeniden keşfetmeye zorluyor.


Sezgi, henüz gerçekleşmemiş bir durumla ilgili his, içsel bir uyarı ya da yönlendirmedir. Osmanlıca’da kullanılan “hissikablelvuku” tabiri de sezginin anlamını çok iyi karşılıyor: “Henüz gerçekleşmemiş ya da bilinmeyen şey hakkında duyulan his.” Psikiyatrist Carl Jung’a göre ise sezgi, bilinçdışının derinlerinden bilinç düzeyine çıkan bir mesajdır. Jung, sezgileri bilinçli akıl yürütme süreçlerinden ayrı ama onlarla uyumlu çalışabilecek değerli bir rehber olarak tanımlar.


Peki, hepimizde doğal olarak var olan bu içsel rehberden neden uzaklaşıyoruz?


Psikanalist Clarissa Pinkola Estés sezgilerin bastırılmasının arkasında, modern kültürün dayattığı normlar ve beklentilerin bulunduğunun altını çizer. Estés’e göre, iç sesimizi duymak ve anlamak için öncelikle zihnimizi meşgul eden gürültüden ve toplumun üzerimize yüklediği rollerden sıyrılmak şart.


Psikiyatrist Dr. Alex Curmi de başka bir açıdan bu görüşü destekliyor. Ona göre sezgilerimizi kaybetmiyoruz; modern yaşamın karmaşası içinde onları duymakta güçlük çekmeye başladık. Sürekli maruz kaldığımız stres, anksiyete ve depresyon gibi durumlar, iç sesimizi net bir şekilde duymamızı engelliyor ve sezgilerimizi yanlış yorumlamamıza neden olabiliyor.


Dr. Curmi, The Guardian’da yayınlanan makalesinde sezgiyle kurduğumuz ilişkiyi sorgulayarak, “kalbinin sesini dinle” önerisinin neden her durumda en iyi seçenek olamayabileceğini açıklıyor. Özellikle depresyon ve anksiyete gibi durumların sadece genetik nedenlerle bile ortaya çıkabildiğini düşündüğümüzde, iç sesle kurulan bağlantı mental sağlık için kritik hale geliyor.



Sezgilerin doğruyu söyleyip söylemediği nasıl anlaşılır?

Modern kültür “iç sesini dinle”, “kalbinin sesini takip et” gibi önerileri özgünlük, kişisel güçlenme ve öz-şefkat gibi kavramlarla ilişkilendirerek popüler hale getirdi. Sosyal medya fenomenleri, yaşam koçları ve kişisel gelişim uzmanları, duygularımıza her zaman güvenmemiz gerektiğini vurgulayarak sezgilerimizi sorgulamamızı bir tür hata gibi göstermeye başladı. Ancak Curmi’ye göre, iç sesimizi sorgusuz sualsiz takip etmek bizi bazen yanıltabilir.


Araştırmalara göre, bazı insanlar genetik nedenlerle daha fazla endişeli ve kaygılıdır. Bu durum, atalarımızın tehlikelerle dolu dünyasında avantajlı olsa da günümüzün daha güvenli ortamlarında her zaman faydalı olmayabilir. Örneğin, karanlık bir sokakta yürürken içgüdüsel bir korku hissi hayat kurtarabilir, ancak aynı içgüdü kalabalık bir ortamda sosyalleşmeyi veya yeni biriyle tanışmayı engelleyebilir.


Psikanalistlerin uzun zamandır söylediği gibi, ilk duygusal tepkimize her zaman güvenmemek gerekir. Anna Freud’un ortaya attığı “savunma mekanizması” kavramı, ilk duygusal tepkimizin geçmişte koruyucu bir işleve sahip olsa da zaman içinde bizi sabote edici hale gelebileceğini anlatır. Örneğin, çocukluğunda duygusal şiddete maruz kalan biri, o zamanlar kendini korumak için duygusal olarak uzaklaşmış olabilir. Ancak yıllar sonra, bu aynı içgüdü artık kişinin tatmin edici ilişkiler kurmasını engelleyebilir.


Sezgileri ‘kalibre etmek’ ve duyguları anlamlandırabilmek

Curmi, son yıllarda gelişen terapötik yaklaşımların, özellikle Diyalektik Davranış Terapisi’nin (DBT), insanların sezgisel tepkilerini dikkatle sorgulamalarını öğrettiğine dikkat çekiyor. DBT yaklaşımı, kişinin duygusal tepkilerini objektif gerçeklikle kıyaslayarak, gerekirse içgüdüsel duygunun tam tersine hareket etmeyi öğütler. Birçoğumuz hayatımızda sezgilerimizin tersine hareket etmenin faydasını deneyimlemişizdir. Örneğin, içgüdülerimize sorgulamadan uysaydık, toplum önünde konuşma yapmak, yeni bir spor denemek veya kariyerimizde yükselmek gibi bizi geliştirecek deneyimlerden kaçınırdık.


Curmi, sezgilerin beynimizin mevcut durum karşısında yaptığı “en iyi tahmin” olduğunu söylüyor: “Beyin inanılmaz miktarda bilgiyi bir araya getirerek bize rehberlik eden içgüdüler üretir; ancak bu içgüdüler travmalarımız, deneyimsizliğimiz veya duygusal olgunlaşmamışlığımız nedeniyle kolayca bozulabilir. Bu nedenle, sezgilerimizin doğruluğunu artırmak için iç gözlem yapmamız, sezgilerimizi gerçeklikle sınamamız ve bazen sezgilerimizin tam tersi yönde hareket ederek kendimizi geliştirmemiz gerekir.”


“Tıpkı tartının doğru tartması için kalibre edilmesi gerektiği gibi, sezgilerimizi de doğru kararlar alabilmek için kalibre etmemiz gerekir. Bu kalibrasyonu yapmanın yolu, zaman zaman konfor alanımızın dışına çıkarak, duygularımızı gerçek yaşamda test etmek ve geri bildirimlerle desteklenen bir öğrenme süreci yaşamaktır.”




YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.