Karar vermekle ilgili süreçler diyelim ki istediğimiz gibi işlemedi. Bu durumda ne yapabiliriz?

Sağlıklı karar verme sürecinin hangi aşamalardan geçtiğinden "Kararsızlıktan kurtulmak için ne yapmalı?" sorusuna cevap verdiğimiz bir önceki sohbetimizde bahsetmiştik. Kararlar orada bahsettiğimiz aşamalara göre verilmiş olursa uzun vadeli olur. Bizde uzun süreli bir tatmin duygusu yaratır. İç benliğimize, iç sesimize uygun bir karar olduğu için sık sık değiştirme ihtiyacı hissetmeyiz. Uzun bir süre “yine olsa yine yaparım” dediğimiz hissiyatla kararımızı uygulamaya devam ederiz. Fakat eğer bu bahsettiğimiz süreçler sağlıklı işlemediyse, o adımlar ve aşamalar olması gerektiği gibi akmadıysa, bir karar veririz fakat ya bu kararı uygulama aşamasını sürekli erteleriz ya da kararı uygularız ama sürekli bize bir huzursuzluk, bir rahatsızlık duygusu eşlik eder.


Bu çok önemli bir nokta. Ne kadar çok şeyi erteliyoruz, değil mi?

Bir liste yapıyoruz. Yapılacaklar, aranacaklar, halledilecekler, gidilecek yerler oluyor. Bir o kadar da erteliyoruz. Neden bazı şeyleri bu kadar çok erteliyoruz? Bir önceki sohbetimizde buzdağının görünen ve görünmeyen yüzünden yani karar vermemizin önünde duran içsel engellerimizden bahsetmiştik.


Tabi, görünmeyen yerinin çok etkisi var. Karar verme süreçlerinde bahsetmiştik, işe elimizdeki verileri değerlendirerek başladığımızı söylemiştik. Otantik benliğimize uygun bir karar vermek istiyorsak aslında “Şunu yapmam gerek, bunu söylemem gerek” gibi, gereklilik kavramından biraz uzaklaşmamızın gerekiyor. Diyelim ki Pazartesi diyete başlamak veya “yeni yılda şöyle bir insan olacağım” diye bir karar verdik. “Şöyle bir insan olmak” ne ise, onunla ilgili alt özellikleri yazarız. “Şuna dikkat edeceğim, bunu yapacağım” deriz ama liste olarak yaşayamayız. İki boyutlu değiliz. Duygularımız ve zihnimiz var. İkisinin uyum içinde olması lazım. Yaptığımız liste kâğıt üzerinde çok mükemmel görünebilir ancak o listeye uygun bir seviyede miyiz acaba, bunları hızlıca uygulayabilecek duygusal ve zihinsel aşamaya geldik mi? Burada çok önemli bir kavramdan bahsetmek istiyorum. Karar verdiğiniz anda içinizde güçlü bir “Evet” olması lazım. Güçlü bir “Evet” de ancak çok kuvvetli bir istekten ve iradeden gelir. Motivasyon kelimesini çok duyuyoruz. Buna güçlü bir motivasyon da diyebilirsiniz ama aslında bu iradedir. Çünkü verdiğimiz karar çok lehinize olacak, size fayda getirecek bir karar ise size faydaları ve vereceği keyifler zaten tartışılmaz. Ama eğer verdiğiniz kararın içinde birtakım zahmetlere katlanmanız, birtakım riskleri göze almanız gibi nispeten negatif sayılabilecek unsurlar da varsa, o zaman içinizde hissedeceğiniz bu itici güce “irade” demek daha doğru olur.




Yani bazı zorlayıcı durumlar ortaya çıkacaksa bunu biraz da hissetmek, biraz da tahmin etmek

Bilmek, göze almak...



Bunları göze alıp almama konusu belki de irade, öyle midir? Bunu yaşamaya dair bir cesaret göstermek midir?

Evet, irade çok önemli. İrade zaten cesaret verir. O karar güçlü bir irade ile doğmuşsa cesaret verir ama dediğim gibi, biraz önce bahsettiğimiz o süreçlerde dış faktörlerin çok fazlaca araya karışmasıyla verilmiş bir kararsa, demek ki içimize sinmemiş.


İrade nasıl kuvvetlendirilebilir?

Çok önemli bir noktadayız. İçimize sinip sinmemesi, kulağa soyut bir şey gibi geliyor ama bunun galiba son derece somut bir altyapısı var. Bunu ve irade konusunu açalım. Özellikle bizim gibi geleneksel toplumlarda verilen kararları hayata geçirmekle ilgili çok büyük irade göstermek gerekebiliyor. Geleneksel bir aile yapısı varsa, patrona karşı, ebeveynlere karşı, konu komşuya karşı, çeşitli sosyal grupların içinde kişinin o zar zor verdiği kararı uygulamaya koyması gerekiyor. Peki, verilen kararın uygulamaya konmasındaki zorlanma nasıl aşılabilir?

İrade kuvvetlendirmek de ayrı bir süreç. Denemeden de kuvvetlendiremezsiniz.


Peki, irade neden zayıf oluyor?

İrade aslında çocukluğumuzda, ilk gençlik zamanlarımızda çok daha güçlü olan, güçlü iradeyi, benliğimizi, içimizden gelenleri daha güçlü şekilde ortaya koyduğumuz ve bundan çok fazla korku ve kaygı duymadığımız yıllar. Aslında kendimizi güçlü bir şekilde ortaya koymak için deyim yerindeyse savaştığımız yıllar bunlar. O zaman cesaretimiz de var, gücümüz de var çünkü iç sesimizle daha fazla bağlantılıyız. “Dürtüsel” demek istemiyorum ama çocukluk ve ilk gençlik yılları, içimizden gelenleri çok fazla duyduğumuz yıllar. O zaman dış faktörlerin bizim üzerimizdeki etkisi “elalem ne der?” o zamanlar bizim için çok fazla yok. Ya da “şunun yapılması gerek” gibi, düşünürken ve karar vermeye çalışırken bizi çok etkileyen durumlar o zaman üzerimizde çok etkili değil. Fakat bu gücümüzü, bu irademizi, bu isteğimizi zaman içinde kaybetmeye başlıyoruz. İç sesimiz cılızlaşıyor ve artık onun sesinden çok, olması gerekenlere doğru, dışarıdan gelen seslere doğru kulağımız daha çok gitmeye başlıyor.


Bir önceki "sohbetimizde bahsettiğimiz dış verilerle ilgili, değil mi? Yani dış veriler sadece dış sesler değil, izlediğimiz şeylerden de etkileniyoruz belki, değil mi?

O zaman, şunu söyleyebiliriz. Dış seslere neden önem veriyoruz? Zaman içinde odağımız kendi içimizden dışarıya doğru nasıl dönüyor? Çünkü insan sosyal bir varlık. Bulunduğumuz grupta da en basit ihtiyaçlarımız olan sevilmek, takdir görmek, saygı görmek ve beğenilmek istiyoruz. Eğer bunun için ödememiz gereken bedel kendi benliğimizden, iç sesimizden biraz biraz tıraşlamaksa bunu gözümüzü kırpmadan yapıyoruz. Beğenilmek, takdir edilmek, kabul görmek, sevilmek için… Yani içimizdeki bu benliğin kendi ikilemi de diyebiliriz. Bir tarafta istediğimiz şey var, gerçekten içimizden gelen, özümüze uygun olan.


Bir örnek verelim. Örneğin “Ben sanatçı ruhlu bir insanım, üniversite sınavına fen-matematik ağırlıklı hazırlanmak istemiyorum, güzel sanatlar alanında hazırlanmak istiyorum” diyen biri var. Aileden gelen de bir beklenti var, kaç kuşaktır mühendislerin, avukatlar, doktorlar yetiştirmiş bir ailenin çocuğusunuz ve ailedeki ilk sanatçı siz olacaksınız. Gerçekten büyük bir mücadele vermeniz gerekebilir ve bunu göze alamayabilirsiniz. Ruhsal, fiziksel mücadeleyi göze alamayabilirsiniz. Dediğim gibi birçok faktör var fakat aile de çok önemlidir. Ailenizin desteğini ve sevgisini de her zaman yanınızda hissetmek istersiniz. Bu isteğinizin arkasında güçlü bir şekilde durmak, sizi diğer istediğiniz şeyden biraz feragat etmenizi söyleyebilir. İşte büyük ikilem. Şunu diyebilirim, gerçekten de insanların hayatında ilk yaşayabileceği ciddi ikilem, meslek seçimi konusunda aileyle ters düşmek olabilir. Eş seçimi de aynı şekilde olabilir.


“En temel amacımız hayatta kalmak”

Bunlar çok büyük kararlar. Bunlar insanın tamamen kendi hayatıyla ilgili ve kendisini ilgilendiren kararlar iken dış sesler, karar aşamasındaki iç ses-dış ses ayrımı çok büyük bir denge gerektiriyor sanırım.

Duygusal ihtiyaçlarınızın yönü sizin özünüzün istediklerinizin ters yönündeyse çok fazla zorlanıyorsunuz ya da yaşam koşullarınız gereği özünüzün istediği kararı veremiyorsanız. İş yerinde de aynı şeyler yaşanıyor. Sadece duygusal ihtiyaçlarla ilgili olarak değil. Yüksek bir gelir kazandığınız bir iş yeri, bir pozisyon sizin benliğinizi çok tatmin etmiyor olabilir. Gerçekten mutsuz olabilirsiniz ama banka hesabınızda gördüğünüz birkaç haneli rakamlar nedeniyle orada kalmanız “gerektiğini” hissediyor ve düşünüyor olabilirsiniz ama huzursuzluk vardır. İçeriden mutlaka bir mesaj gelir. “Bu değil” diyen, “Evet, bir getirisi var, çok büyük bir faydası var, yaşam standardı yükseliyor, konfor artıyor ama bu değil” diyen bir ses…


En temel amacımız, doğumdan itibaren, insan evrim sürecini düşünecek olursak, hayatta kalmak. En basit ihtiyacımız, en temel motivasyonumuz hayatta kalmak. Hani demiştik; ölümsüzlük diye bir şey yok, ölümlü canlılarız. Öncelikle onu kabul etmemiz lazım.


Doğduğumuz andan itibaren tüm eylemlerimiz hayatta kalmak üzerine.

Yaşamımızın en basit amacı hayatta kalmak, kısa sürede ölmemek diyebiliriz fakat bu hayatta kalmanın arkasından gelen soru da “Nasıl?” O “Nasıl?” en basit “Başımızın üzerinde bir çatı olsun, güvende olalım yeter”, “İstediğimiz yiyecekleri yiyebilelim”, “İstediğimiz eğitimi alabilelim, yeter” derken bu konfor seviyesini çok yükseltebilirsiniz. Duygusal ihtiyaçlarımız evet, var. Doğduğumuz andan itibaren sevilmek, beğenilmek, onaylanma ihtiyaçlarımız var fakat konformist bir yapımız da var. İnsan gerçekten hayatta kalmak ister ama “Nasıl”ına en basitinden en lüksüne kadar çok çeşitli cevaplar verebilirsiniz.


Gerekliliği sorgulamanın bir yolunu açıyoruz şu anda. Çünkü “Nasıl?”ın cevabına karşı “Bu gerekiyor, bu böyle olmalı” gibi birtakım kabuller var ama bunlar da sorgulanabilir.

Hepsi sorgulanabilir ama hepsini sorgulamaya başladığınız zaman mutlaka önünüze şu aşama gelecektir; Göze alıyor musunuz? Çünkü özümüzün bizden talep edeceği şey de aslında süzgeçten çok geçirirsek aslında yüksek bedelli lüksler değil. “Mutluluk elimizde, mutluluk içimizde” Çok klişe bir cümle gibi görünebilir ama aslında çok basit şeylerle mutlu olabilecek canlılarız. Çok basit ihtiyaçlarımız karşılandığında gerçekten mutlu olabilecek canlılarız ama bundan 150 sene önceki yaşama baktığımızda, o zaman bile bir üst seviye, daha konforlu bir yaşam her zaman varmış. Ama teknoloji ilerledikçe daha konforlusu, daha iyisi, daha hak ettiğimiz gibisi çok çeşitlendi.


Röportaj: Senem Fırat Tahmaz



Sohbetimizin devamı: Gerçek özgürlük nedir?





Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.