Yıllar boyunca “vale”, benim için iskambil kağıtlarından biri olmak dışında bir şey ifade etmiyordu. Ne zaman ki araç kullanmaya başladım, aracımı park etmek için yolları arşınlayıp toplantılara geç kaldım ya da uygun yer bulamadığım için bir çekicinin üzerinde giden arabayı terk eden sevgiliye bakar gibi izledim, tamamen güvene dayalı bir araç park etme sistemiyle özdeşleşmeye başladı. Evet, önceleri çok direndim. Nasıl olur da binlerce lira vererek, hatta borca girerek aldığım, her noktasını pamuklara sararak korumak istediğim (tamam abartmış olabilirim), hiçbir park yerini kendisine yakıştıramadığım arabamın anahtarını kendi ellerimle hiç tanımadığım ve arabayı ne yapacağını bilmediğim birine teslim edebilirdim ki? İlk zamanlar böyle oldu gerçekten, bulunduğum ortamlarda zaman zaman kafamın içinde “araba nerede şimdi acaba”, “çıkışta bulur muyum acaba” gibi sorularla mücadele ettiğim anlar bile oldu ama zaman içinde alışıyor insan. Yine de, yüz binlerce lira değerindeki arabaların kaldırımlara-refüjlere çıkarılması, milimetrik mesafelerle (ki bu konuda bu arkadaşların yeteneğine hayranım) bir sürü başka araba ile birlikte istiflenmesi beni çok tedirgin ediyor.


Eşimin başından geçen ve anahtarının başka bir araçlar gitmesi ve geri gelmesini -İstanbul trafiği de işin içine girince- 1,5 saat beklemesi, ya da bir gece arabamızı nereye park ettiklerini bulamayarak bizi yine 1 saat bekletmeleri bana ders olmamış ki bu hizmeti kullanmaya devam ettim. Ta ki yakın zamanda tecrübe ettiğim bir olaya kadar.


Bir Cuma akşamı dışarıda yemek yeme cesaretini gösterdik. Yol kısa diye heves ettik ama günlerden Cuma olduğunu sonradan idrak ettik. Vazgeçebilirdik belki o gece maç olduğu bilsek ama yine de azimle o trafiği çekmeyi göze aldık. Arabaya yer bulamayacağımızı biliyorduk ama umudumuzu hiç yitirmedik, hem son ihtimal de olsa Vale vardı. Restorana girdiğimizde sıra beklememiz gerektiğini öğrenmiştik ki, tam çıkmak üzereyken üç kişi olunca yer ayarlanması kolay oldu. Güzel yemek yedik, güldük eğlendik derken artık kalkmaya karar verdiğimizde görevli arkadaşın bana verdiği numarayı arayarak 164 numaralı aracı istedim. Yaklaşık 10-15 saniye sonra aynı numaradan aranıp aracın numarasının tekrar sorulmasından hiç şüphelenmedim, sadece çok gürültü nedeniyle anlaşılmadığını düşündüm. Beş dakika içinde toparlanıp kalktığımızda araç gelmemişti ve ortama bir telaş hakimdi. Herkes birbirine fısır fısır bir şeyler söylüyordu, ellerinde fenerlerle yerlerde ne arıyorlardı acaba?


Ben aracı sorunca “birazdan geliyor, siz üşümeyin içeride bekleyin” diyerek başlarından savıyorlardı ama bir terslik olduğu ortadaydı. Evet, anahtarımız kaybolmuştu. Yanlış anlamıyorduk, hiçbir yerde anahtarı bulamıyorlardı. Araba oradaydı ama anahtar yoktu. Sinir, gerginlik, üzüntü, telaş, panik birçok duygu bir anda çöktü omuzlarıma. Sonra sorular… Saat kaçta gelmiştik? (O tamam, telefon görüşmelerimizden çıktı) Aracı alan arkadaşı hatırlıyor muydum? (Hayır) Arabanın markası, modeli plakası? (Ok, sorun yok) Bu anahtarlardan biri sizin olabilir mi? (Hayır). Yedek anahtara ulaşmak kolay mı? (Evet ama nasıl açıklarım kaybolmuş anahtarı sigorta firmasına). Ve daha niceleri… Ama hiçbir sorunun cevabı “Anahtar nerede?” kadar önemli değildi.


Geldiğimiz saate göre kamera kayıtları incelemeye alındı ve kimin bizim arabayı benden teslim aldığı ve benden sonra hangi arabaları park ettiği araştırılmaya başlandı. Düşünsenize bütün o arabalar bulunsa bile, acaba başka arabada mı kalmıştı anahtar, ya da başka arabada düşse bile hangi başka araba ve gidenlere nasıl ulaşılacaktı? Çok bilinmeyenli ve hayli zor bir dedektiflik vakasıydı bu.


Derken biz 2 saat daha içeride çay, kahve, tatlı ikramları ile yatıştırılmaya çalışılırken (ki yine de bir sahiplenilme hissi yarattığını ve çaresizliğimin anlaşıldığını söyleyebilirim) artık eve gitmemiz gerekiyordu. Sekiz yaşında bir çocuk için oldukça yorucu olmaya başlamıştı ortam. Ben, anahtar bulunana kadar aracımın başında nöbet tutulacağı garantisi (o an kendimi ikna edilmeye çalışılan küçük bir çocuk gibi hissetsem de) istedim. Kabul edildi! Elbette hiçbir sigorta şirketinin kabul etmeyeceği ama beni biraz olun rahatlatan ve sorumluluğun kendilerinde olduğunu anlatan hem restoran hem de vale firması imzası ve kaşesi olan yazıyı aldıktan ve telefon numaralarımızı paylaştıktan sonra eve gitmeyi kabul ettim.


Bir taksi ayarlanıp eve gittiğimizde komşulara rastlayıp daha nice acı vale hatırasını dinledikten sonra daha da şişmiş bir vaziyette eve ulaştım içim içimi yemeye devam ederek. Ta ki gece yarısı çalan bir telefona kadar… Vale B. arıyordu. Heyecanla anahtarı bulduklarını ve arabayı alabileceğimizi söyledi. Sevincim tarifsiz, zil takıp oynayacağım.


İtiraf ediyorum, araba o gece eve çıksın ve yanımda uyusun istedim.


Sonrasında, atlattığım bu badire hayatla ilgili önemli dersler çıkarmamı sağladı:


- Çevrenle iletişimde ol, insanların yüzüne bak, kim olursa olsun.

- Çok zorda kalmadıkça valeye araç verme, veriyorsan da arabayı beraber park edip anahtarını al,

- Taksi kullan (seni alacak bir tane bulursan),

- Toplu taşıma kullan (varsa),

- İstanbul’da yaşıyorsan maç günlerini takip et, Cuma günlerine dikkat et,

- İstanbul’da hayat gittikçe çığırından çıkmakta, yaşamak için alternatifler yerler bul,

- Tanrı sevindirmek istediği kulunun önce eşeğini kaybettirir, sonra buldururmuş sözü çok doğruymuş elindekilerin kıymetini bilmek için kaybetmeyi bekleme, her zaman bu kadar şanslı olmayabilirsin.


Bütün bu olan biteni düşünüp bir yandan kendimce çıkarımlar yapıp, bir yandan uyumaya çalışırken aklıma bir şey takılmıştı, otopark ücretini ödememiştim.



Funda Karagöz Yıldırım



Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.