Onu yeterince tanımıyordum, hatta neredeyse hiç tanımıyordum. Beraber geçirdiğimiz sınırlı zamanda daha çok günlük meseleler ve hayatın koşuşturmacaları hakkında istemsizce konuşur, ben daha çok dinleyici olurdum. Kalbimi bütünüyle ona açma cesaretinde bulunmadığım gibi, bir kez olsun dertlerini samimiyetle dinleme alçakgönüllüğü de göstermedim; bunu gecikmiş bir pişmanlık olarak yorumlayabilirsiniz ancak insanlar kimi insanlara, hayatlarının hiçbir döneminde rastlaşmasalar ve tanımasalar dahi yabancılık hissi besler ve onlardan bilinçli olarak uzak kalmayı tercih ederler. Bunun sebebi belki kalıtsal bir önyargıdır ya da edinimsel bir korunma güdüsü. Çoğu zaman yanında olmadığım halde (ki bana ihtiyacı olduğunu pek çok kere belirtmişti, isteklerine kulaklarımı sağır, güzel davranışlarına gözlerimi kör etmiştim) hüzünle gözlerle beni ve toprağı süzen ve mütemadiyen beni teselli etmekle uğraşan adeta kendine bu davranışı bir ödev olarak gören onlarca insanın içinde ne işim olduğunu düşünmeden edemiyordum. Üvey kardeşim olması, yahut hayatımın bir noktasına kadar beni desteklemesi (ki bu hayatımın oldukça erken bir zamanına denk gelir) ona olan minnet ve vefa borucumu ödemek için mi burdayım, yoksa esiri olduğum toplum ve gelenek beni burda bulunmaya mı zorluyor? Şu an burada bulunmam gecikmiş bir sorumluluğu yerine getirme isteğimden mi ileri geliyor yoksa katıksız bir mecburiyetten mi doğrusu bilmiyorum aslına bakarsanız bu soruların hiçbiri önemli değil. Tek gerçek burda bulunduğum ve cenaze boyunca benden yapmamı beklenilen şeyleri yapmam. Diğer pek çok Müslüman toplumda denk gelebileceğiniz gibi erkek kardeşim de İslami usullere göre defnedildi. Pek çok insan göz yaşı döküyordu ancak neredeyse hepsinin suratı, gözleri, duruşu hatta nefes alışverişi dahi birbirine o kadar benziyordu ki adeta mezarlıkta tek bir insan ve ondan kopyalanmış yüzlerce kişi vardı. Zihnim bir yandan, birkaç saat evvel hayatın içinde ve bir parçası olan bir insanın nasıl olur da birdenbire yok olup toprak olduğu bir daha asla büsbütün varolamayacağı sorusuyla meşgulken bir yandan da davranışlardan, tercihlerden, hislerden sonra jest ve mimiklerin de bu kadar bayağılaşıp sıradanlaşmasının en az ölüm kadar tehlikeli bir gerçek olduğunu düşünüyordum.
*****
Adeta diğer insanlar gibi gözyaşı dökmek için kendimle mücadele ettim, kendimi defalarca zorladım, hayatımda o zamana kadar yaşadığım bütün acıları tek tek defalarca zihnimde canlandırdım, "yeni dertler düşündüm" ve bu esnada o zamana dek bilinçli bir şekilde göz ardı ettiğim bir gerçeği anımsadım: Acı ile yaşadığımız ve inandığımız gerçeklik arasında tuhaf bir bağ vardır. Kendisine yeterince sevgi beslemediğim bir insana karşı vicdanımın elinden kurtulmaya yetecek kadar acı duyamıyordum, kahkalarına ortak olamadığım birinin ardından gözyaşı dökemiyordum. Acaba ordaki erkek kardeşim değil de bir başkası olsa ben ölüme ve ölüye yine bu kadar yabancılaşır ve kendimi zamandan ve mekandan soyutlamak için yine bu kadar çaba sarf eder miydim? Böyle davranmamın asıl sebebi, toprağın da altında beni dinleyen, gözleyen ve hisseden kişinin bir başkasının değil de üvey kardeşim olması mı, yoksa ben öteden beri diğer insanların acılarına ve çaresizliklerine bu kadar sağır ve yabancıyım? Hatta bütün bunları gülünç ve anlamsız mı buluyorum? Ölümü ve vedaları.
Sefa Taşkın
YORUMLAR