Çoğumuz her şeyi kontrol edemeyeceğimizi biliriz—sonuçta hayat öngörülemezdir—ama yine de dikkatli plan yaparsak, çok çalışırsak ve sorumluluk sahibi davranırsak anlamlı bir gelecek yaratabileceğimize inanırız. Bu inanç özellikle ilişkilerimizde çok önemlidir: Kimi sevdiğimiz, nasıl aile kurduğumuz ve hayatımızın nasıl şekilleneceğine dair hayallerimizde.


Belirsizliği teoride kabul etmek kolaydır. Ama bir ilişki beklenmedik bir şekilde bittiğinde, ebeveynliğe giden yol hayal ettiğimizden çok daha uzun ya da acı verici olduğunda ya da kurduğumuz hayat hayalden öteye geçemediğinde, aslında ne kadar az kontrolümüz olduğunu fark ederiz.


Kültürümüz genellikle iradeyi ve kendi kaderimizi tayin etme gücünü yüceltir. Bize 'proaktif' olmamız öğütlenir. Hedef panoları yapmamız, başarıyı 'manifesto' etmemiz gerektiği söylenir.


Ve belli bir noktaya kadar bu bakış açısı güçlendirici olabilir. Psikolojik araştırmalar, kontrol algısının daha yüksek bir iyilik hâli ve dayanıklılıkla ilişkili olduğunu ortaya koyar. Julian Rotter’ın içsel ve dışsal kontrol odağı kuramı, özellikle içsel kontrol odağına sahip bireylerin duygusal açıdan daha iyi durumda olduğunu gösterir.



Ancak bu durumun başka bir yüzü de vardır: Sonuçlar çabaya karşılık gelmediğinde—her şeyi 'doğru' yapsak bile kalp kırıklığı yaşandığında—benlik algımız sarsılabilir. Ellen Langer’ın klasik 'kontrol yanılsaması' araştırması, belirsiz sonuçlar üzerindeki etkimizi çoğu zaman abarttığımızı gösterir. İlişkilerde ya da doğurganlıkla ilgili konularda bu yanılsama özellikle acı verici olabilir. Yeterince çabalarsak, yeterince seversek, doğru seçimleri yaparsak kaybı önleyebileceğimize inanabiliriz. Ancak bu inanç gerçeğe dönüşmediğinde, bu bir başarısızlık gibi gelebilir. Oysa çoğu zaman sadece hayatın sert gerçekliğiyle karşı karşıya kalmışızdır.


Peki o zaman ne yapacağız?


Bize yol gösterebilecek bir ilke var: Elinden geleni yap. Sonra bırak.


Kulağa basit geliyor. Ama pratikte bizden çok şey ister.


“Elinden geleni yapmak”, yıllar süren duygusal, fiziksel ve maddi bir çaba olabilir. Belirsizlikle yaşamak, zor konuşmalar yapmak ya da umudu beklediğinden daha uzun süre taşımak anlamına gelebilir. 'Bırakmak' ise çoğu zaman tek bir ana sığmaz. Daha çok bir süreçtir—olabileceklerin yavaş yavaş salıverilmesi. Bu, pes etmek değildir. Zorlayamayacağımız şeylerle barışmak demektir.


Terapötik açıdan bu, 'radikal kabul' kavramıyla örtüşür; yani, iyileşmenin başlayabilmesi için gerçeğe direnmekten vazgeçmeye davet eder bizi. Bu, istemediğimiz bir sona razı olmak, hayalini kurduğumuz bir 'kendiliği' yasını tutmak ya da sonucu kontrol edemeyeceğimizi kabul etmek olabilir.


Bırakmak, pasiflik ya da yenilgi değil; açılmayan bir kapının kolunu bırakıp, başka kapıların varlığını fark etmeye cesaret etmektir. Bu, kaybın içinde kaybolmak için değil, artık bize hizmet etmeyen bir çabadan özgürleşmek içindir.


Elbette bırakmak yıkıcı olabilir; sanki altımızdan zemin çekilmiş gibi. O yas gerçektir ve geçerlidir. Ama bu yoklukla yaşamaya başladıkça, başka şeyler de ortaya çıkabilir—planlanmamış yollar, yeni ilişkiler, güçler ya da daha önce fark etmediğimiz bakış açıları. Bu, pembe gözlük takmak ya da zorlama bir pozitiflik üretmek değildir. Sadece, sıradaki şeye açık kalmaktır.


Derinlemesine sevebiliriz.


Tüm kalbimizle çabalayabiliriz.


Tüm içtenliğimizle yas tutabiliriz ve yine de, zamanı geldiğinde,


Bırakabiliriz.



Kaynak: Cynthia Vejar. "Do Your Best, Then Let Go". Şuradan alındı: https://www.psychologytoday.com/us/blog/meaningful-connections/202504/do-your-best-then-let-go. (21.04.2025).




YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.