Bu soruyu kendinize hiç sordunuz mu?

Ben sordum.

“Sizin hiç babanız öldü mü?” diye sormuş Cemal Süreya. O misal.


Annemin ölmesini ister gibi hissettiğim günden beri, bu hissin ağırlığıyla yaşıyor ve bu hisle ne yapacağımı bulmaya çalışıyorum. Terapiye gidiyorum. Sonunda bu soruya geldim. Meditasyonlar, enerji çalışmaları yapıyorum. Bu uzun yolda zaman zaman yorgun düşüyorum. Annemin hayatımdaki varlık şekliyle barışmaya çalışıyorum. Aslında bir savaş da değil benimki. İmtihandan herhangi bir notla geçip artık diplomamı almak, duvara asmak istiyorum. Ben artık annemle ilgili her şeyi gerekli raflara kaldırıp yoluma devam etmek istiyorum. Bu sorunun ağırlığı yolumu tıkıyor, gücümü alıyor.


36 yaşına gelmiş bir kadının annesine olan sevgisini sorgulaması oldukça ağır bir durum. Sonu varmış gibi görünen uzun bir yolun başlangıcı.


Neticede anne, kişiliğin temeli atıldıktan bir süre sonra ayrıldığımız bir figür. Fiziksel olarak ayrıldığımız ama ruhsal olarak yakamızı kurtaramadığımız bir insan. Bazıları içinse ömür boyu besleyici bir kaynak. O bazıları ne şanslılar, bir bilseler.


O kadar uzun zamandır annesizim ki, anneye ihtiyaç duyup duymadığımı bile artık bilmiyorum. Tadını bilmediği bir yemeği canı çekmez ki insanın… Annemin bu haline ihtiyaç duymadığım kesin. Peki annem başka türlü olsaydı, onun o başka türlü haline zaman zaman ihtiyaç duyar mıydım? Onu yanımda veya elimi uzattığım yerde ister miydim? Yaptığım tüm içsel yolculuklarda bunu öğrenmek için bir soru atıyorum durgun göle. Hem bilinçaltıma hem de duyguları saklayan bedenime… Cevap sadece olasılıklardan ibaret, biliyorum. Cevap, yaşamımda asla gerçeklik bulamayacak. Annemin tedavisini sürdüren daha doğrusu annemi aşırı hallerden gündelik yaşamı sürdürür hale getirmeye çalışan psikiyatrın söylediğine göre, annemle asla hayal ettiğim hesaplaşmayı yaşayamayacağım. Annem asla hayal ettiğim anne olmaya yaklaşamayacak.


Annem başka türlü olsaydı, onun o halini ister miydim? Gereksiz olsa da bu sorunun cevabını merak ediyorum. Cevap ancak bir gazi nişanı olabilecek. Cevap sadece bir gazi nişanı olarak bana sunulacak olsa bile artık o nişana kavuşmak ve yakama asmak istiyorum.


Annemi sevip sevmediğimin cevabını bulma çabalarım, şekillendirilmeyi bekleyen bir kaya parçası gibi önümde duruyor. Elimde çeşit çeşit sorular, etrafında dolanıp onu yontmaya çalışıyorum. Her gün. Örneğin, “Annemle ilk defa şimdi tanışsam onu insan olarak sever miydim?” sorusunu kendime sık sık sordum. “Sanırım sevmezdim. Hoşlanmazdım. Yakın bulmazdım. İlişki kurmak istemezdim.” derken buldum kendimi. Benimle olan ilişkisine ve anneliğine, anneliğinden bağımsız tüm özelliklerine bakarak sevilecek yan aradım. Nefsim kıvrandı, öfkeyle doldum, hüzünle doldum, bazı anlar geldi ki kendime acıdım.


Tüm yolların, onu aslında sevmediğim sonucuna çıktığı irili ufaklı sorular gidip geldi kafamda. Bu yüzeysel ve zihin ürünü sorular bir işe yaramadı. Meditasyonun yaptığı sağaltım bile yetmedi. Bu kaosa bir son vermek, artık cevabı kuyunun dibinden çekip almak istedim. Yıllarca biriken öfkemi akıttıktan sonra bile bilmediğim bu sorunun cevabını artık duymak istedim.


“Annemi seviyor muyum?”


Bir gün bu sorunun gerçek cevabını bulmak için yola çıkmaya karar verdim. Bunu bir hac yolculuğu gibi hayal ettim. Mecnun’un çölü aşması gibi. Kaf Dağı’nın ardına gitmek gibi. Yolculuk için hazırlıklarımı yaptım. Eşimle çocuklarımı evin diğer köşesine gönderdim. Kendime bir köşe hazırladım. Annemin bana 12-13 yaşlarındayken aldığı kolyeyi buldum. Artık ona ‘Beğenmedim’ ya da ‘İstemiyorum’ demekten yorulup vazgeçtiğim, artık onun tarafından iyice örselendiğim yaşlardı. Çoktan annesiz kaldığım yaşlar… Hiç tarzım olmamasına rağmen “Seversin” demişti. Yaratmaya çalıştığı kız için almıştı. Hep böyle yapardı. Süslü, cazip, iyi niyetli görünen şeylerle beni kendi egosunu beslemek için kullanırdı. Onun egosu sadece kendi ihtiyaçlarını beslerdi. Ben de o besinlerden biriydim. Kolye bir sembolüydü. Bu sembolün şimdi hala benimle kalmasındaki anlamı gördüm birden. Ondan en kısa süre içinde kurtulmaya karar verdim. Kutsayacak bir yanı yok. En belasız şekilde kurtulmanın yollarını düşünürken, yolculuğum için hazırlıklarımı yapmaya devam ettim.


Yolculuk için hazırdım. Yere bir minder koydum. Kolyeyi önüme koydum. Bir mum yaktım. Odaklanmak, dertleşmek, ışığında kaybolup gitmek için mumu kendime arkadaş edindim. İçimin ateşi bu mumda titreşen ateşten çok daha büyüktü. Üzerinden atlayabileceğim bir ateş olduğunu hayal ettim. Üzerinden atladıkça arındığım, öfkemi ve üzüntümü yok eden bir ateş hayal ettim. Ateşi söndürecek göz yaşlarım çok sonra geldi. Anneme dair tüm duygularım yağmur gibi boşandı. Bu her şeyin bittiği anlamına gelmiyordu, önceki deneyimlerimden de çok iyi biliyordum. Yine de “Bu defa başka” diyen bir his vardı içimde.


Yeni bir ateş yakmanın zamanı gelmişti. Ellerimi rahmimin üzerine koydum. Yaşam ateşi, Hara’nın merkezine… Kutsal kapıya. Kendimi doğurmaya. Rahmime sordum. Onu dinledim. Uzun uzun, kıpırdamadan, sessizce dinledim. Dadirri, “Derin dinleyiş” diyor bilen rehberler. Bir elimi kalbime götürdüm. Dinlemeye devam ettim.


Tek bir kelime duydum.

“Sevgi.”

Bir süre bununla kaldım.


Sonra hatırladım. Yer yüzünde insan olarak bedenlenmiş bir varlık olduğumu hatırladım. O esnada aklımda ne annemin ne de başka kimsenin, hiçbir insanın, hiçbir şeyin olmadığını fark ettim sonradan. Asıl nokta buydu. Dünya yaşamında ne yaşıyorsam yaşayayım, öldükten sonra varacağım yeri, dünyadayken de kuşatıldığım şeyi hatırladım. Kimsenin sevgisinin, yapıp yapmadıklarının önemi olmadığını idrak ettim. Rahmim, sevgi kapısı olmuştu bana. Sevgiyi insanlardan bulmama gerek yoktu. Sevgi tekti ve her yerdeydi. Benim onu hissetmem yeterliydi.



Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.