Korona günlerinde evde kurmak
«Salak! Her şeyi en iyi kendi biliyor! İyi ki evde çalışıyoruz da suratını görmüyorum.»
«Bakma, bir yandan da iyi oldu bu korona. Gelmiyoruz, gitmiyoruz.»
«Demin aklıma ne geldi biliyor musun? Bir keresinde bana demişti ki… »
«O zaten oldum bittim öyleydi.»
Fahrettin Koca’nın, ev içinde korona virüsü bulaştırma oranının yüzde 85 seviyelerinde olduğu açıklamasını okurken, « İyi ki şu an evde değilim» diye geçirdim içimden. Virüs taşıdığımdan değil. Birkaç saniye önce aklımdan sinir olduğum biri geçiyordu, ona sinir olmama sebep olan sahne gözümün önüne gelmişti. Eğer evde olsaydım, yüzümdeki ifadeyi görüp «Ne oldu?» diye sorabilir, ben de biraz geçiştirdikten sonra ısrarlara dayanamayıp başlayabilirdim. «Ne bileyim, o gün o yaptığı hiç doğru değildi.»
İnsan olmanın doğal sonuçlarından biri de bu: Kafada kurmak. Her durumda, önce en kötü ihtimali düşünmeye benziyor biraz. «Yolu yarılayınca gece olacak, mola verelim. Ama Afyon’da uyumayalım, ya deprem olursa?» Nesilden nesile miras aldığımızın farkında bile olmadığımız deneyimler, beynimizi böyle çalıştırıyor. Amaç, en kötüye hazırlıklı olup kendini korumak için gereken önlemleri almak. Normal.
Akıldan -insanlarla yaşanan- olumsuz deneyimlerin geçmesi de normal. Amaç, aynı olumsuzluğu tekrar yaşamamak için kendini o durumdan, o duruma sebep olandan uzak tutmak. Ama en kötü ihitmali düşünmek ile olumsuz deneyimden kaçmak arasında bir fark var. İlki -mesela deprem- tartışmasız, gerçek bir tehlike. İkincisi ise, deneyimi kendi pencerenden bakıp yorumlayarak hatırlamak ve bu yolla tehdit yaratmak. Olası gerçek tehlikeye karşı yaptığın, önlem almak. Kendi kendine yarattığın tehdit karşısında yaptığın ise cephe almak.
Kafada kurmanın tehlikesi işte burada. Şu korona günlerinde hastalık, dövme-sövme, beş kuruşsuzluk gibi esas sorunların olmadığı ve çarkını öyle böyle döndüren hanelerde, en büyük tehlikenin bu olduğunu sanıyorum. Sorunla uğraşmayıp biraz boşa çıkınca, yakın-uzak geçmişe gidip gelmeye başlayıp dört duvar arasında nefret üretmek ve bunu yanındakine doz doz bulaştırmak. «O var ya o…» Arkadaşa, iş arkadaşına, komşuya, kardeşe, akrabaya kafadan verip veriştirmek, akıldan geçirdiğini naklen yayına dönüştürmek. Evdekilere nefret bulaştırma oranının, korona virüsü ev içinde birbirine bulaştırma oranından daha yüksek olduğunu zannediyorum.
Bu zannımın sebebi, Koca’nın açıklamasını okurken kendimi yakalamam. Zihni kendi yararına kullanma üzerine o kadar araştırma yapan biriydim, ama o dakikalarda yaptığım, birine duyduğum kızgınlığı kendime hatırlatmaktı. Gerçekten bunu, onu tanıyan bir yakınıma anlatıp haklılığımı ispatlamaya da hazırdım. Bir daha görüşeceğimi bildiğim, işimin düşeceği, işi düşecek, alışverişi sürdüreceğimiz biriydi bu kişi ve ona düşman olmaya, en ikna edici sözlerle yanımdakini de düşman etmeye vardım. Haklı olup olmadığının önemini yitirdiği bir nokta var. Kafada kurduğunun artık sana ve yanındakilere dönük silaha dönüştüğü.
Acaba bu ruh haline sahip kaç kişiyiz? Neden kafada kuruyoruz? İnsan kendine ve en yakınlarına bu kötülüğü neden yapar? Victor Hugo’nun bir sözü geldi aklıma: «Ruh da doğa gibi boşluktan hoşlanmaz. Doğa boşluğu sevgiyle, ruh ise çoğu kez nefretle doldurur ve nefret ruhu işgal eder.»
Mesele «boş kalmak». Önemli bir sorunu olduğunda insan ona çözüm aradığı için kuracak vakti olmuyor. Zihni çözüm seçenekleriyle dolu olduğundan, başka düşünceye pek yer olmuyor. Ama işte yer boşalınca bütün kötü düşünceleri çekip boşluğunu bunlarla dolduruyor. Zihniyle beraber ruhu da kirleniyor insanın.
Böyle, üstelik korona günlerinde dört duvar arasında kura kura, nefret pişirip yiye yanındakine yedire yaşanmaz. Bir biçimde temizlenmeli. Nasıl? Herhalde zihnin boş kalmasına, kendi kendini doldurmasına izin vermeyerek. Nasıl ki sorun olduğunda mecburen çözüm seçeneklerini sıralamayı kendine amaç ediniyor, o zaman ona bir amaç vermeli. Gerçek bir sorun olmasını beklemeden.
Korona günlerinde psikolojiyi sağlam tutmak için ilk yapılması gereken belki de bu.
YORUMLAR