Kumru Kent
İstanbul’a ilk gelişimde Boğaz Köprüsü’nün üzerinde masallardaki büyülü fantazya kapısını andıran koca bir dolunay vardı.
Ailesinin dizinin dibinden çıkmamış, hep yakın çevresiyle sarmalanmış toy bir üniversite mezunu için, bir başka dolunayda çıktığım kapı pek de nazik aralanmamıştı.
Zor mesailere, zor insanlara rastlamış; maceralara atılanların yazgısında görmüştüm hayatın katı tarafını. İbo’nun kendi öncülünden aldığı “Seni bir gün yeneceğim İstanbul” deyişi vardır ya hani, öyle bir ruh haliyle dönmüştüm kente arkamı.
Uçakla giderken üzerinden kayıp geçtiğim ev selinde, tek bir ışık yoktu umursadığım. Arkamda yalnızca, sıkıntılı anlarımda bir orada bir burada beliriveren kumrular kalmıştı.
Kimsenin sevmediği yenilgiydi elimdeki. Beni ilgisizliğiyle eğiten metropolse, her gece rüyalarımdaydı.
Daha uzak, ama daha kolay bir hedef bulmuştum kendime; biletimi aldığım yerdi yurtdışı. “Ben üniversitede bunun daha kazığını okudum” dediğimden, diplomam yıldızlıydı.
Döndüm geldim, yine ısıramadım büyük kent elmasını. Bursa’ya çevirdim rotayı.
O şirin kentle yenilgim arasında kalan parantezde çözmüştüm ayakta kalabilmenin sırrını. Elini tuttuğum adamla geçecektim bu sefer kent kapısından. Bu sefer ev selinde benim nasıl olduğumu merak edecek 1 ışık olacaktı.
İşlere girecek, yine bu ben değilim diye kapatacaktım holding kapılarını. O şirketlerin içimi daraltan pencerelerine yine kumrular konacaktı. Yaşamak için tuttuğum ev, tabii ki onlarsız olmayacaktı. Eşimi bulmuştum, sonra bebek çorapları asacağım menekşeli balkonumu... Sonrası elbet kolay olacaktı.
Bu kentte gençliğimdeki acemiliğime toslayan genç kızların iç sıkıntılarına da kumrular konuyordur şimdi belki. Yoksa haber etsinler, göndereceğim onlara benim büyülü kumrularımı.
YORUMLAR