Kederli ve siyah elbiseler içinde
Gözlerine dolan yaşlar nedeniyle mektubun devamını okuyamadı. Boğazı kuruyor, kalbi göğsünden fırlayacakmış gibi hızla çarpıyordu. Lavanta kokulu ipek mendiliyle gözlerini kuruladı. Derin bir soluk alıp, pencereye doğru yürüdü. Kadife perdeyi biraz aralayıp, gümüş tozuna bürünmüş yeşillikler içinde sessizce yükselen Çamlıca tepesine baktı.
Yeniden ağlamaya başladı. Geçen yıl Çamlıca’ya yaptıkları fayton gezisini hatırladı. Aslında ilk kez o gün “endişelenmişti”. Hava pek de sıcak olmamasına rağmen Şefik’in bembeyaz alnının ansızın terle kaplanmasından korkmuş, hele Şefik sık sık öksürmeye başlayınca iyice üzülmüştü.
Biraz kendine gelince pencerenin önünden ayrıldı ve mektubu bu kez bir solukta okudu.
Şefik, amcasına yazdığı mektupta, bunca zamandır kendisinden gizlenen gerçeği itiraf ediyordu. “Kızınız Münevver’den ayrılmak mecburiyetinde kaldım. Kalbimin en derin ve gizli yerlerinde sakladığım o aziz kadını üzmeye hakkım yoktu çünkü. Gerçeği size söylüyorum. Ne yazık ki ben kurtuluş ümidi kalmamış bir verem hastasıyım ve günlerim sayılıdır. Bunu Münevver’e asla söylememenizi rica ediyorum sizden” diye yazıyordu.
İşte şimdi her şeyi anlıyordu. Şefik verem olduğunu anlayınca, üzülmemesi için ansızın ondan ayrılmıştı.
Kararını verdi. Salona doğru koştu ve haykırdı. “Dadı derhal köşke bir fayton çağırınız”. Biraz sonra araba geldi. Münevver telaşla faytona bindi. Arabacıya en hızlı şekilde Üsküdar iskelesine gitmesini söyledi.
İskeleye geldiğinde Büyükada vapuru hazır bekliyordu. Biner binmez vapur hareket etti. Kendisine asırlar kadar uzun gelen bir yolculuktan sonra iskeleye yanaşan vapurdan atlayıp, Büyükada’nın yeşil çamları arasında deli gibi koştu. Başındaki şal açılıp, yerlere doğru kaydı. Alelacele sırtına geçiriverdiği siyah feracesinin etekleri ayaklarına dolanıyor ve onu tökezletiyordu.
Hiçbirini fark etmedi. Koştu. Durmadan koştu. Dilburnu’na doğru yükselen tepeye ulaştı ve sanatoryumu gördü. Kirli beyaz renkteki bina, çamların ve mimozaların arasında öksüzce orada duruyordu işte.
Hüngür hüngür ağlıyordu artık. Koşmaya devam etti ve avazı çıktığı kadar “Şefik” diye bağırdı. Sevdiği adam pencerede belirdi. Münevver’in koşarak gelmekte olduğunu görünce o da bahçeden dışarıya fırladı. İki aşık, çamların arasında birbirlerine doğru koşmaya başladılar.
Sonra hareketleri yavaşladı. Artık koşmuyorlar, havada yüzüyorlardı sanki. Ellerini birbirlerine doğru uzattılar. İyice yavaşladılar. Bir duman gibi gökyüzüne doğru yükseldiler. Şefik mendilini ağzına kapatıp kesik kesik öksürüyor, Münevver de uçuşan siyah feracesi içinde kederli görünüyordu. El ele tutuştular ve çamlar arasında kayboldular…
Üslubunu yansıtabilmek için benim epeyce abartarak yazdığım bu satırların benzerleri, bir zamanların ünlü romancısı Güzide Sabri’nin eserlerinde sık sık yer aldı. 1930’ların en tanınmış romancılarından biri olan Güzide Sabri’nin; Münevver, Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi, Yaban Gülü, Nedret, Hüsran, Hicran Gecesi, Mazinin Sesi ve Necla adlı romanları, o dönemin okuyucuları tarafından çok sevildi. Tüm kitapları baskı üstüne baskı yaptı ve defalarca filme çekildi.
1883’te İstanbul Fındıklı’da doğan ve asıl adı Ayşe Özgün olan Güzide, daha on sekiz yaşındayken roman yazmaya koyuldu.
1901 yılında piyasaya çıkan Münevver adlı romanda, Münevver amcazadesi olan tıp fakültesi öğrencisi Şefik’le platonik bir aşk yaşıyor ve işler mutlu bir sona doğru ilerlerken Şefik’in vereme yakalanması her şeyi alt üst ediyordu.
Genç kızın üzülmemesi için gerçek kendisinden gizleniyor ve Şefik’in başka bir kadınla evlenerek, uzaklara gittiği söyleniyordu. Buna rağmen Şefik’i sevmekten vazgeçmeyen Münevver, bir rastlantı sonucu Şefik’in babasına yazdığı mektubu buluyor ve gerçeği öğreniyordu. Apar topar Büyükada’ya giden genç kız, sanatoryumdaki Şefik’i buluyor ama genç adam bir süre sonra ölüyordu. Romanın sonunda ise Münevver de “üzüntüsünden” verem oluyor ve “sevgilisine öteki dünyada kavuşacağı için” neredeyse mutlu bir şekilde bu dünyadan ayrılıyordu.
Onun bu romanda canlandırdığı iki aşığın çamlar arasında havada uçar gibi yavaşça birbirlerine doğru koşma sahnesi, daha sonra Yeşilçam’da çevrilen sayısız filmde tekrarlandı.
Güzide Sabri, iki yıl kadar sonra kendisini üne kavuşturan “Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi”ni yayımladı.
Beyoğlu Birinci Noteri Ahmet Sabri ile evlendikten sonra yazmayı bıraktı. Eşinin memleketi olan Giresun’a taşındılar. Çamlıca’dan, Büyükada’dan, Şişli ve Nişantaşı’ndan uzak kalan Güzide Sabri, bu taşınmadan kısa bir süre sonra 1946’da öldü.
“Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi” adlı romanında, kalbinden hasta olan Fikret, aşık olduğu doktor Nejat’ın “size yorgunluk ve heyecanı yasak etmedim mi” diye kızmasına, “heyecan duymayan bir kalp, ölmüş sayılmaz mı zaten Nejat Bey” diye cevap veriyordu.
Köşklerden, solgun leylaklardan, hüzünlü mimozalardan, bütün o elem bahçelerinden, veremin incelttiği kederli yüzlerden ve ille de o siyah elbiselerden uzak kalmış olan Güzide Sabri’nin kalbi de zaten çoktandır heyecan duymuyordu.
Perde…
YORUMLAR