Kedilere güzelleme
Yıllar önce. Terk edilmiş, yalnız, yorgun, işsiz ve iyice umutsuz günlerimden biri daha. Hangisi olduğunu şimdi çoktan unuttuğum bir yılın ama unutmadığım bir mayıs ayının ilk haftaları. Hüzünlü bir akşamdan sonra saatler hızla geçmiş ve vakit gecelere dayanmış. Gündüz yaldız yaldız bir güneşle yıkanmış İstanbul’a şimdi inceden bir yağmur yağıyor.
Saatler ha babam ilerlemiş ve vakit gece yarısını çoktan geçmiş. O inceden yağmurun altında, Tarlabaşı caddesinin karanlık sokaklarında “Şeker, Şeker, kızım neredesin” diye enikonu bağırarak dolaşıyorum.
Yavruyken sokaktan bulup büyüttüğüm, birlikte yaşadığım kedim “Şeker”i arıyorum. Akşam yorgun argın döndüğümde, Küçük Kırlangıç sokaktaki o sözümona evimde saatlerdir bir türlü bulamadığım kedimi arıyorum.
Tek bir odadan ibaret olan evde, onun saklanmayı en sevdiği yerlere bakıyorum. Köhne yatağın altı. “Çekyat”ın yanı. Kitaplığın üstü. İşlevsiz pencerenin önü. Mutfak kapısının arkası…
Yok.
“Dışarıya çıkmıştır, döner birazdan” diye kendimi avutmaya çalışıyorum. Saatler geçiyor. Düpedüz kaldırıma açılan daracık pencerenin önüne çok sevdiği peynirden biraz koyuyor ve bekliyorum.
Yok.
Üzerime bir şeyler giyip, dışarıya fırlıyorum. Şimdi artık bağıra bağıra seslenerek onu arıyorum. Yok. Ağlamak üzereyim. Yağmur çisildiyor. Gümüş hareli ve dumanlı bir ay, limonküfü renginde ışıklar saçarak durmadan yükseliyor.
Netameli apartman boşluklarında tiner çeken çocuklara, şarap şişesindeki “son yudum hakkı” için birbirleriyle dövüşüp, ana avrat küfreden alkoliklere, “mesaiden” dönen ağır kadınlara, parıltılı elbiseler giymiş, eflatun renkli peruklar takmış erkeklere, ıssız bir parkta, yapraklı bir ağaç duldasında barınabilmek için herkese bıçak çekmekten çekinmeyen “kaybetmişlere” soruyorum kedimi.
Yok. Şeker’i kimseler görmemiş.
Fıçıcı Abdi sokağının hemen başındaki küçücük parkın sıralarından birine çöküyorum. Aşağılardaki denize kadar göz yaylımı uzanan bu yıkılası İstanbul şehrine bakıyorum. Titrek ışıklar. Uzaktan mı yakından mı geldiğini kestiremediğim bir şarkı duyuyorum. “Sen beni bir buseye ettin feda”…
Derken, “Si bemol”lü bir miyavlama sesi. Kimselere duyurmamaya çalışarak ve sadece benim işitmem için çıkarılmış bir ses. Az ilerideki kaportacı ustası Kevork’un işliğinin önünden geliyor.
Koşuyorum. İşliğin önünde artık çalışmadan yıllardır öylece durup duran çok eski ve hurda bir kamyonetin altına eğiliyorum.
Şeker orada. Kevork Usta’nın gazete kağıtlarından yapıp, ötesini berisini üstübeçlerle sıkılaştırdığı, altına kalın bir karton döşediği, üstüne el havluları örttüğü bir “yatakta” öylece yatıyor.
Havluları biraz kaldırıyorum. Şeker, o ışıl ışıl gözleriyle bana bakıyor. Gümüş hareli ayın solgun ışığında, beyaz ve gülpembe karnının üzerine yapışmış yavruları görüyorum. Şeker sanki gülüyor. Ben de gülüyorum. Havada ağır ağır dalgalanan o hafiften anne sütü ve açılmaya durmuş güllerin kokusunu içime çekiyorum…
Yıllar geçti. Hayatımda hep kediler oldu. Efe, Kına, Tilki, Samur, Minik, Çinli, Yuvarlak, Bibi, “Virna Lisi bakışlı” Gümüş, Duman, Mercan, Kül, Portakal, Susam ve daha niceleri…
Kediydiler ama tıpkı biz insanlar gibi, hepsi de birbirlerinden farklıydılar. Onlarla saklambaç oynadım, onlarla yarıştım. Öksürük olduklarında boyunlarını kolonyalı pamukla ovdum.
Bazıları çağırır çağırmaz geldi, bazıları hiç umursamadı. Bazıları tos vurdu, mırıldandı, başını yanağıma sürdü. Sabah beni uğurladı. Akşam dönüşümü bekledi.
Bazıları da yemek ve yatmak dışında beni katiyen adam hesabına almadı. Tıpkı biz insanlar gibi…
Tüm bunlar, durduk yerde aklıma gelmedi elbette. Apartmanın bahçesinde elbirliğiyle baktığımız kedimiz Tarçın, bir iki hafta önce dört yavru doğurdu. Doğurduğu gün, işten eve dönerken onu gördüm. Komşuları çağırdım. Yuva olarak yaptığımız kutunun içinde titriyor ve davul gibi şişmiş karnına kulak kabartıyordu.
Yarım saat sonra miyavladı. On dakika kadar "mır mır" ve acıklı "mo mo" sesleri çıkardı. Çırpındı ve kasıldı. Süt getirmeye gittim. Döndüğümde, beyaz ve gülpembe karnının üzerinde dört yavru yer almıştı. Sevindim. Havada hafiften bir anne sütü ve gece açılmaya durmuş güllerin kokusu dalgalanıyordu.
Şu dünyayı paylaştığımız tüm canlılar güzel. Nedir, kediler sanki biraz daha güzeller gibi…
YORUMLAR