Yazar, yönetmen Handan Öztürk, “Tuhaf bir biçimde hep uzak aşklar yaşadım. Ayrı ayrı ülkelerde... Bir defasında İstanbul’da yaşayan bir sevgilim olmuştu ve kafam çok karışmıştı. Buluşma sıklığı ve kolay ulaşılabilirlik açısından. Ama bir süre sonra o da yurtdışında bir göreve çıkınca, kural değişmedi. Galiba bilinç dışım, her gün ayağımın altında dolanan bir adam istemiyor. Bu nedenle uzaktaki aşka, âşığa duyulan muhabbeti, ilişkinin iniş çıkışlarını iyi biliyorum” diyor. Yeni romanı Mübadil’in merkezinde de böyle bir aşk var. Mübadelenin tam ortasında çiçeklenen bir aşkı anlatıyor Öztürk. Ne uzayıp giden yollar kırıyor Rum İra ile Türk Enis’in kavuşma ümidini ne de bir türlü gelmeyen haberler... Aşkla başlıyoruz röportaja...


Mübadil adlı romanınızda, “Türkiye ve Yunanistan’ın kendi yurttaşlarını din esası üzerine zorunlu göçe tâbî tutması” diyebileceğimiz mübadelenin ayırdığı iki âşığı anlatıyorsunuz...

Biliyor musunuz, bence aşk, günümüzde yine aslına rücu etti. Neticede eskiden erkekler uzun süre hep evin dışındaydı. Savaşlar, zorunlu ayrılıklar falan... Birlikte geçirilen zaman çok değerliydi, o yüzden de yüceltiliyordu. Daha sonraysa çekirdek aile kadın ve erkeği birbirine adeta tutkalla yapıştırdı. Bu ilişki tarzı merkeze hâkim oldu, o yapışma hali de aşkı münferitleştirdi. Ya aşkına karşılık göremeyen şanssızların ıstırabı ya da toplumun tabuları nedeniyle yan yana gelemeyen bahtsız âşıklar anlatılır oldu. Merkezde ise sadece pragmatik birliktelikler, trendlere göre oluşan yüzeysel beğeniler kaldı.


Bu yüzden romanınızda âşıkların arasında mesafe koydunuz...

Eh, çünkü mesafe aşkı besler. Âşık savaştan sağ dönmüşse, içinde atalarının arketiplerini yitirmemişse, o mesafenin üstesinden öyle bir gelir ki, şaşar kalırsınız. İçindeki arketipleri yitirmiş olanlara ise mesafe de kâr etmez, ömür boyu aynı evde yan yana olmak da! Vıcık vıcık bencillik kokanlarımız “aşkım, aşkitom, canım, bir tanem” gibi kavramlarla, biraz incelmişlerimizse şiirler, şarkılarla yetinmek zorundadır artık. Üzgünüm, aşk gelecekte daha da münferitleşecek! İnsanlığın seçtiği gidişatın bir sonucu olarak bu böyle olacak!


‘Erkeğin aşkı "Ben", kadınınki "Sevgili" merkezli"

Aşkın destanını ancak hayatın içinden, gerçek destanların içinden çıkıp gelenler yazabilir” diyorsunuz...

İra, Enis’le ilk seviştiğinde “Ya bu adamın karısı olurum ya da ölürüm” diyor. Ve öyle de oluyor. Enis ise aşkıyla hesaplaşırken bunun kendi sınırlarını tanımlama, moral değerlerini sınama yolculuğu olduğunu fark ediyor. Erkekte aşk çok “ben” merkezli, kadındaysa daha çok “sevgili” merkezli. Onların aşkı Göreme’den Mersin’e, Selanik’e, Ordu’ya uzanan uzun, meşakkatli, ölümcül bir yolculuğun sınadığı bir aşk. Özellikle de İra için! Tuhaf, kitabı okuyan ama aşkı henüz bulamamış erkek arkadaşlarım bana romanımdaki İra’ya âşık olduklarını itiraf etti. İra gibi bir kadın bulmayı ümit ettiklerini de... Kadın erkek ilişkileri tüketildikçe aşka olan inanç ve özlem artıyor. Zira arketiplerimiz baş kaldırıyor.


‘Haykıran her Filistinli kadının çığlığında kahramanım İra var’

Mübadil’e kendinizden, hayatınızdan, deneyimlerinizden neler kattınız?

Mübadil bir aileden gelmiyorum ben. Ama zaten romanım iktidarların çıkar uğruna insanları nasıl acımasızca savurduğunu anlatıyor. Bu açıdan bakıldığında yakın tarihin en büyük savrulmalarından biri sayacağımız Dersim katliamının hayatımdaki yeri çok büyük. Çocukluğumdan bugüne kadar Dersim katliamına ilişkin çevremde bin bir mesel anlatıldı. Onları korku masalı tadında dinlediğimi hatırlıyorum. Sonra tanık olduğumuz savaşlar geldi... Düşünüyorum da 1. ve 2. Dünya Savaşı’ndan daha kalleşçe ve daha yaygın bir paylaşım savaşını şimdi yaşıyoruz. Yaşamım boyunca savaşa tanığım. Savaşın savurduğu kadınlarla çok karşılaştım. Halepçe katliamından kaçan Kürtler, günümüzde köşe başında karşılaştığımız Suriyeli aileler, Iraklılar ve pek çok kez başlarına gelene tanık olduğumuz Filistinliler... Farklı zamanlarda ve yerlerde yaşanan savrulmaların kadınları, erkekleri, çocukları, gençleri... Bugün önünden geçtiğim her Suriyeli kadının gözlerinde roman kahramanım İra’yı görüyorum. Televizyonda rastladığım haykıran her Filistinli kadının çığlığında da İra var..


Romanın merkezinde kadın karakter var...

Az önce sözünü ettiğim kadınların önünden geçerken hiçbirine acınacak, zavallı insan olarak bakmıyorum. Zira onların kat ettiği yolculuğun ne denli çetin olduğunu, ne tür zorlu savaşlar verdiklerini biliyorum. Köşe başlarında dilenirken gözlerine bakmaya da utanıyorum. Birçok konforun içindeki “ben” ne kadar zayıfsa, onlar o kadar güçlü... Zayıflığı ve gücü koşullar ortaya çıkartır. O kadınlar, bizim farkında dahi olmadığımız güç kuyularını keşfedip bundan beslenerek yeniden doğmaya çalışıyor. Mübadil’deki İra da çok güçlü. Daha doğrusu ben güçlü kadınları yazmayı tercih ediyorum, vıcık vıcık bir duygusallıkla trajediyi sağmayı değil! İra on kere öldü ama on kere yeniden doğdu. Çünkü içindeki çeşitli nedenlerden ötürü üstü kapalı olan güç kuyularını tek tek keşfetti. İçindeki güç yolculuğuna çıkan hiçbir insanın hikâyesi yarım kalmaz.


Röportaj. Gülenay Börekçi

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.