Okan Bayülgen bir yıl kadar uzak kaldığı televizyona nihayet geri döndü. O artık Show TV’de, “Bir Milyon Kimin?” adlı yarışmanın jüri üyesi... Ayrıca yakında kendi imzasını taşıyan ve televizyon hayatımızın vazgeçilmez unsurlarından olan tartışma ve eğlence programlarına da başlayacak.
“Bazılarında eğleneceğiz, bazılarında ağırbaşlı takılacağız. Yani sırf şaka yapıp müzik dinlemeyeceğiz; gündemle, bazen belki de siyasi olaylarla ilgili olarak konuşacağız.” “Bir Milyon Kimin?” yarışma programı için de heyecanlı Okan Bayülgen: “Güzel bir bilgi yarışması bu. Az değil, kazanana 1 milyon ödül veriliyor.
Habertürk Gazetesi’nin verdiği soru kitapçığını çalışırsa, insanın bu ödülü kazanmaması için hiçbir sebep yok!” Jürideki iki arkadaşı, yani Gülben Ergen ve Bülend Özveren için neler söyleyecek? “Halimden gayet memnunum. İkisi de çok sevdiğim, eğlenceli insanlar. Bülend Özveren bir duayen. Seyirciye gerektiği kadar uzak ve gerektiği kadar yakın... Hem büyük bir televizyon adamı hem de ailemizin bir parçası.”
Eğlence programlarınızda yıllarca birbirinden çok farklı insanları bir araya getirip iletişim kurmalarını sağlayarak önemli bir iş yaptınız. Klasik müzikçiyle arabeskçi o kadar da ayrı dünyalardan değilmiş meğer... Toplumsal kutuplaşmaların çılgınca yükselişe geçtiği şu dönemde bu daha da kıymetli bir şey bence.
Bakın, bizim ülkemiz çok hareketli bir yer. Zelzeleler açısından da hareketli, siyasi hadiseler açısından da... Üstümüzden felaket eksik olmuyor. Her gün bir şey geliyor başımıza. Çok trafik kazası oluyor bir kere. Ev kazalarında, sokak kazalarında; birçok insan ölüyor. Yolda yürürken kafanıza bir şey düşüyor, sürpriz bir şekilde ölebiliyorsunuz... Burası sürpriz ölümler ülkesi.
Televizyonla alakası ne bunun?
Ölüyoruz ama bir yandan da eğleniyoruz. Onca ölümün ortasında yaşıyoruz ve bir kenarda eğlence başlamışsa, ona da ayak uyduruyoruz hızla. Hüzünlü bir şarkı başlıyor birden, kederleniyoruz. Göbek havasından isyana kolektif ruh halimiz ha bire değişiyor. Eğlenceyi de matemi de sonuna kadar yaşayabilen, uyum kabiliyeti sınırsız diri bir halkız.
Dramı, dizileri de seviyoruz ama...
Fakat sadece diziyle uyutamazsın bu halkı. Dizi dediğin ne ki zaten, susarak seyredilecek bir şey. Bir nevi uyuşturucu. Konuşmak ve eğlenmek öyle değil, ikisini izlerken de aktifsin. Fikirlerini söylüyorsun; tercihlerin, itirazların oluyor.
"Yemek yemek de bir çeşit provadır"
Bir de az önce konuştuğumuz gibi farklılıklara rağmen bir arada olmak önemli...
Şimdi bir kabare yönetiyorum, müzikli bir oyun. Oynuyorum da. Kadroda beş ünlü müzisyenim var. Ebru Yaşar, Pamela Spence, Öykü Gürman, Dolunay Obruk ve Ayça Varlıer. Bakar mısınız topluluğa, biri fantezi söylüyor, öteki rock. İçlerinde caz eğitimi alan da var.
Anlaşıyorlar mı?
Anlaşamayacaklarını, birbirlerine uyuz olacaklarını ve kariyer yarışına gireceklerini sanıyor insan, haklısınız. Ama harikulade bir çalışma içerisine girdiler, anlaşıyorlar. Nasıl oldu, biliyor musunuz? Beraber yemek yedik.
Nasıl yani?
Sürekli yemek yedik. Niye bütün yemeklere beraber çıktığımızı sordular. “Bu da provanın bir parçası” dedim. Evet, oyunu çıkarabilmemiz için yemek yememiz şarttı. Hele kızlardan biri aşk felaketine uğrayınca işler tamamen düzeldi. Felaket diğer kızlarla paylaşıldı, fikirler alınıp verildi ve çok iyi dost oldular. Demek ki onları ayıran hiçbir şey yokmuş. Onları ayıran şeylerin hepsi de çok aptalcaymış.
Bu yemeklerin televizyona uyarlanmış hali ne olabilir?
Yıllar önce bir gece karar verip 3 konuktan 20 konuğa çıktım. 5 konuk iptal edebilir programı, mesele olmaz. Nasıl olsa 15 konuğum daha var. Esas önemlisi de şuydu: konukların bir kanepeye dizilip soru beklemesinden sıkılmıştım. “Falanca varsa gelmem, filancanın yanına oturmam” şeklindeki itirazlara da sinir oluyordum. İstedim ki konuklar büyük bir masanın çevresinde toplanıp yüz yüze baksınlar, o yüzden de birbirleriyle konuşmak zorunda kalsınlar. Türk televizyonlarında küçük bir yenilikti bu.
Alçakgönüllülük ediyorsunuz, bir ilkti.
Çok işe yaradığını inkâr edemem. İnsanlar birbirlerinin müzikleriyle, oyunlarıyla, filmleriyle, kariyerleriyle ilgili konuşmaya başladılar. Hep bir ağızdan konuşma işi tehlikelidir. Azıcık kakofoniye sebep olur önce; bir süre sonraysa müthiş bir zihin açıklığına erişirsiniz topluca.
"Reytingi alan benim, konuk değil"
Burada sizin payınız hiç mi yok?
Ben bir manyak olarak çıkıyorum programa ve bir manyak olarak bitiriyorum. O yüzden konukla reyting almaya çabalamama gerek yok.
Reytingi alan sizsiniz.
Benim. Konuk elbette çok önemli. Orada tek başıma oturacak halim yok, bir hafta bile dayanamam öylesine. Birileriyle sohbet etmek ve bir takım atraksiyonlar yapmak zorundayım. Konukla karşılıklı bir enerji alışverişi olmalı aramızda. Ama artık biliyorum, seyirci şu kişiyi seyretmek değil, o kişinin Okan’a giderse ne olacağını görmek istiyor.
Sevdiğiniz bir şey mi bütün gözlerin üzerinizde olması, yoksa bıktıran bir yanı var mı?
Bıktım galiba. Karşımda benim gibi adamlar olsun istiyorum artık. Senin gelişinde hiçbir enteresanlık yok ki. Çok mühim bir şahıssın, itirazımız yok. Bir dahaki sefere seni stüdyoya tahtırevanla getiririz, ona da tamam. Fakat söyler misin, birlikte ne yaptık, insanları eğlendirip mutlu edebildik mi mesela, önemli olan bu.
Mühim şahıs vehminin ömrü tek programlık bence, çünkü kameraya yalan söylenmez denir...
Doğru, kamera röntgen cihazıdır, her türlü üçkâğıdı belli eder.
Gelen konuk derin mi yüzeysel mi, akıllı mı tın tın mı, iyi biri mi kötü mü, anlar mısınız?
Benim anlamamın ne önemi var, seyirci anlar.
"Dedikodu özgürlüğü diye bir şey yoktur"
Ama siz de eleştiriliyorsunuz. Sosyal medyada hakkınızda sert şeyler yazanlara kızıyor musunuz?
Hiç kızmıyorum. Devlet Tiyatrosu’nda oyuncu ve yönetmen olarak görev aldığım yıllarda bu şehirde beni topu topu birkaç bin kişi tanıyordu ve beğenmeyenlerin eleştirmeye hakkı vardı. Şimdi televizyonda milyonlar izliyor ve aynı hakka onlar da sahip. Ne yani, sayıları arttı diye daha mı az eleştirecekler?
Sorun hiç eleştirilmemek olurdu belki de...
Hayır efendim, eleştirecekler. Ama dedikodu etmeyecekler. Eleştiri kuşkusuz haktır ama dedikodu özgürlüğü diye bir şey yoktur.
Gezi Parkı olayları dolayısıyla çok eleştirildiniz... “Havalar güzeldi, gençler o yüzden sokağa çıktı” dediğiniz için size kızanlar oldu.
“Dönek” diye saldıranlar da oldu. Hiçbiri umurumda değil. Haklı olduğumu kanıtlamanın peşinde değilim. Daha önce anlattım bunu ama istiyorsanız gene anlatayım... Ben sadece kayıpların artmasını önlemek istedim, elimden geldiğince. Sempati toplamak için slogan mı atmalıydım? Yahut gençlerle aramız bozulmasın, beni sevmeye devam etsinler diye hiç hissetmediğim bir şekilde mi davranmalıydım. Söyleyin hakikaten, niçin? Bunu yapmam. Çünkü birincisi, ben bir siyasi önder falan değilim. İkincisi, neye destek verdiğimi daha en başında çok net olarak ifade etmiştim ve fikrimi hiç değiştirmedim. Üçüncüsü, bu olaylarda tek bir kişinin burnu kanasa ve bunda herhangi bir sorumluluğum olduğunu hissetsem, yıkılırım. Dördüncüsü, iktidarla mücadelenin yolunun bu olmadığını düşünüyorum. Beşincisi, ben-seninle-aynı-takımda değilim! Ben benim, sen de sensin. Herhangi bir olayda seninle yan yana durduk diye gelecekte de hep aynı takımda olacak değiliz.
Hiç olmadığı kadar şiddetli bir kutuplaşmaya şahit oluyoruz aslında, futbol maçı seyreder gibi savunuyoruz siyasi fikirlerimizi ve ayrışıyoruz bu yüzden...
O kutuplaşmalar bizi oyalar, yolumuzdan alıkoyar. Bu ülkenin insanları olarak hepimiz birbirimize mecburuz ve ben açıkçası bu mecburiyetten mutluluk duyuyorum. Burası bizim ülkemiz, bizim toprağımız. Burada doğduk, burada öleceğiz. Mecbur kalıp uzun süre başka bir ülkede yaşasak bile, çok geçmeden burayı özlemeye başlayacağız. İstanbul dışında en sevdiğim şehirde, Paris’te, Berlin’de bile bir aydan fazla kalamam ben, hafakanlar basar. Kültür, sanat, mimari bir yere kadar. Eğlenmeye düşkün bir adamda değilim. Herhangi bir mekânda dans ederek edineceğim bir tecrübe yok. Gürültüden hazzetmem, gece olunca bara gitmem, arkadaşlarımla eğlenmem. Çalışırım sadece. Bana sadece daha çok üretim, daha eğlenceli ve gurur duyulacak işler lazım.
"Cinlerden söz ederseniz saatlerce dinleyebilirim"
Paranormale ilgi duyuyormuşsunuz, cinler falan... Ben ilgi duysam kimse aldırmaz ama bunu sizden duyunca şaşırabiliyor insan. Laf olsun diye yahut atmosfer yaratmak için mi söylediniz o sözleri, yoksa cidden inanıyor musunuz?
Edebiyatı çok seviyorum. İyi edebiyat her zaman bana büyük haz veriyor, mutlu ediyor...
Yani?
Eh, herkesin bildiği üzere konuşmayı da seviyorum. Fakat hep ben konuşayım gibi bir huyum yok. İlgimi çeken şeylerden söz ediyorsa bir başkasını da iştahla dinleyebilirim. O gün herhalde söz bu konudan yani cinlerden açılmıştı, ben de katıldım.
Çünkü oradan güzel bir hikâye çıkacak gibi geldi...
Evet, öyle. Güzel konu, öyle değil mi? Bana cinlerden söz ederseniz susup saatlerce dinleyebilirim.
İyi bir hikâye anlatırsam...
İyi edebiyat insanın en büyük üretimidir. İnanın bana, insanlık olarak daha iyi hiçbir üretimimiz olmadı. Birisi hayal gücünüzün, zihninizin kapısına vurulmuş kilidi resimle, fotoğrafla, heykelle, sinemayla, müzikle değil, hiyeroglifle açacak. Ve görülmeyen, işitilmeyen, tek başına bir anlam ifade etmeyen harfler aracılığıyla muazzam hikâyeler yaratarak size dünyaları verecek.
Cinlerden hikâyelere geldik. Edebiyat da paranormalin bir dalı mı yani?
Tam değil. Harfler hikâye anlatmaya, roman yazmaya yetmez. Yazdığı şey, insanın entelektüel donanımı kadardır. Tarih bilgisi olacak bir kere, ele aldığı dönemde insanların ne yiyip içtiğini, ne şekilde giyindiğini, geceleri üşüyüp üşümediğini bilecek. Okuyan için de öyle. Anlatılan savaştaki kumandanların yüzlerini, adlarını, boylarını boslarını bilmiyorsan Tolstoy okumak sana ne verebilir ki? Sıkılırsın, boğulursun...
Olay Rusya’da geçer.
Aynen öyle. Olay Rusya’da geçer.
"Bizim evde kimse kimsenin manyaklığından rahatsız olmaz"
Eşiniz, kızınız ve annenizle birlikte yaşıyorsunuz. Onlarla hayat nasıl bir şey?
Kadınlar bir erkeğin doğal kaderi, kâbusu ve mutluluğudur. Bir erkek için hayatındaki kadın sayısının artması, hele bir de kızı varsa, mükemmel bir şey. Bizim hayatımız da böyle... Aramızda imzalanmamış ama hep havada asılı duran bir sözleşme var: Herkes ötekilerin kişiliğine saygı gösterir.
Kızınız dahil...
Elbette. Onun kendine has bir kişiliği, kendi talepleri ve ihtiyaçları olduğunun farkındayız, bunu değiştirmeyi istemeyiz. Bu yüzden doğduğu andan itibaren ona karşı bir kez olsun sesimizi yükseltmedik. Evin genel havası, atmosferi bu. Annemle ilişkimde ben anneme saygı gösteririm, torunuyla ilişkisinde de annem torununa saygı gösterir. Yaşla değil, birey olmakla alakalı bir şey.
Babaanne torun ne yaparlar birlikte?
Annemin evinde kızımın bir resim masası var, kafa kafaya verip resim yapmayı seviyorlar. Annem“Oraya dokunma, burayı elleme” diye ihtarlar falan çekmiyor kızıma. Beraber bir iş yapıyor, üretiyorlar. Kimse haklılığını kanıtlamak için karşısındakini terbiye etmeye uğraşmıyor. Kibir yok, saygı ve anlayış çok... Birbirimizi yola getirmeye çalışmıyoruz. “Bak, ben buna katlanamam, şuna hele çok gıcık olurum” gibi maddeler sıralayıp birbirimizin canını da sıkmıyoruz. Herkesin canı istediği ölçüde megaloman olabileceği baştan kabul edilmiştir ve kimse kimsenin megalomanisinden, manyaklığından rahatsızlık duymaz.
Röportaj: Gülenay Börekçi
YORUMLAR