Aslında hekim olan Ercan Kesal’ı, Cannes’da Altın Palmiye kazanan “Üç Maymun’’ un senaristi ve başrol oyuncularından biri olarak tanıdık. Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da” filminde de vardı. Sonra Taylan Biraderler’in “Vavien”, Onur Ünlü’nün “Sen Aydınlatırsın Geceyi”, Ali Aydın’ın “Küf” ve Mahmut Fazıl Coşkun’un “Yozgat Blues” filmlerinde rol aldı.


“Küf”teki performansıyla Slovakya Uluslararası Art Film Festivali’nde, “Yozgat Blues”daki performansıyla da İstanbul Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu seçildi. Son olarak henüz gösterime girmeyen “Ben O Değilim” filminde yönetmen Tayfun Pirselimoğlu’yla çalıştı. Kesal, şimdi ilk kitabıyla okur karşısında. İletişim Yayınları’ndan çıkan Peri Gazozu’nda çocukluğunu, ilk gençlik yıllarını ve tecrübesiz bir hekimken Anadolu’da yaşadıklarını anlatıyor. Her şeyin merkezinde de bir süre önce kaybettiği babası var.


Hekimsiniz aslında ama bugüne dek oyunculuk yaptınız, senaryolar azdınız... Şimdi de ilk kitabınızla okur karşısındasınız.

Açıkçası edebiyat tıptan önce vardı benim için. Çok genç yaşlardan beri yazıyorum. Ama daha önemlisi okumaya karşı hep delice bir tutkum oldu. Küçükken elime ne geçerse okurdum.


Hâlâ öyle misiniz?

Şimdi biraz daha seçerek okuyorum ama değişmeyen bir şey kaldı: Bu kadar çok okuduğum için yazıyorum aslında. Yazmak nedir? Kelimelerle, kavramlarla mücadele etmek. Onları alıp şekle sokuyorsunuz. Hizaya getiriyorsunuz bir bakıma... Size kelimelere bu kadar hâkim olma gücünü veren, besleyen şey de okuduklarınız.


Ama hekimlik tamamen bağımsız da değil yazdıklarınızdan...

Peri Gazozu’ndaki hikâyelerin çoğunda Anadolu’da hekimlik yaptığım yıllardaki tanıklıklarım vardır. Sayısız hastanın derdini dinledim, acısını paylaştım o yıllarda; bir bakıma sır katibiydim onların. Bir malzeme gibi bakmıyorum yaşadıklarıma ama o insanlarla hemhal olmak, dertlerinin içinde yer almak yazar olarak işimi epey kolaylaştırdı doğrusu. Fakat şunu söyleyeyim: Yazar cüssesiyle, yazar ağırlığıyla ortalıkta görünmekten hoşlanmıyorum. Benim yazarlık cüssem tanık olduğum hikâyelerin gücünü, etkisini, bu insanların dertlerini gölgelemesin. Gördüklerimi, yaşadıklarımı göstererek, okuyucumu hikâyedeki kahramanlarla baş başa bırakıyorum.

"Sanki hastalarımın hepsine gazoz satmıştım çocukken"


Peri Gazozu, babanızın ürettiği gazozun markası. Çaya batırılan kurabiyenin kokusu Proust’u çocukluğuna, geçmişine döndürmüştü Kayıp Zamanın Peşinde adlı eserinde. Sizin hatırlatıcınız, zaman makineniz de gazoz olmuş...

Sadece gazoz üretmesi bile babamı başkalarından farklı, özel biri yapıyordu benim gözümde. Düşünün; ilkokul mezunu bir çiftçi, bozkırın ortasındaki bir kasabada yaşıyor, Avanos’ta... Etrafta peri bacaları var. Sonra babam Karaköy’deki bir Rum’dan, Yani Yankuloviç’ten öğrendiği tarifle gazoz üretmeye başlıyor. Şehir suyu da yok, çeşme suyundan üretiyor gazozu. Kadınlar yakınıyor, mahallenin suyunu içiriyorsunuz bize diyerek. Gazoz bir çocuk için sihirli bir şeydi. Arkadaşlarımla oynarken rüşvet olarak kullanabiliyor, “Benimle oyna, sana gazoz ısmarlayayım” diyebiliyordum en basiti. Sonra “sarı gazoz” denen meyveliyi üretmeye başladı babam. Ardından “siyah gazoz” geldi, yani bir nevi kola... Ama büyük markalarla rekabet etmek imkânsız olmuştu. Ve gazoz macerası bitti.


Sizde yeri önemli ama...

Gazoz sattığınız her yer canlıdır. İnsan ilişkilerinin güçlü olduğu yerlerdir oralar. Kıraathaneler, bakkallar, lokantalar, şehir kulüpleri, açık hava sinemaları... Kucağımda gazoz kasasıyla giriyordum o yerlere. Ve her seferinde bambaşka insanlar tanıyordum. Esnafla muhatap oluyor, onların hal ve hareketlerinin anlamını öğreniyordum. Kurnazlıklarını, beni kandırıp kandırmadıklarını, ahlaklı durma çabalarını... Hekimlik yıllarımda çok işime yaradı bu, daha hızlı empati kurdum insanlarla. Sanki hastalarımın hepsini tanıyordum önceden, geçmişte hepsine gazoz satmıştım. Onlara değil belki ama onlarla aynı dünyanın insanlarına... Emin olun öğretmen çocuğu olsaydım, işler değişirdi. Tapu müdürünün ya da oto galericisinin oğlu olsam, bambaşka bir hayat yaşardım. Gazoz satmak iyiydi, hayatın tam içinde olmak demekti.


"Bütün bunları ben mi yaşadım Allah’ım"


Yazma cesaretini ne verdi size?

Şiirle başlamıştım edebiyata. İlk şiirimi bir dergide görmenin bana ne büyük heyecan verdiğini hatırlıyorum. Tuhaf bir şey, hem çok mutlu oluyorsunuz hem de yazdığınız şeye yabancılaşıyorsunuz. O sizin, biliyorsunuz bunu; gene de karşısına geçip seyrediyorsunuz uzun uzun. Ercan Kesal adında tanımadığınız bir adamın şiirini okurmuşçasına...


Nerelerde yayınlandı yazdıklarınız?

İzmir ve Ankara kökenli dergilerde, sonra İstanbu l’ da Şizofrengi dergisinde... O zamanlarda öyküyle karışık makaleler yazıyordum.


Bir adı var mı bunun?

“Öyküsel deneme” demişti eleştirmen Semih Gümüş. Biçem olaraksa “bilinç akışı” denen türe dahil galiba.


Bir mekândan başkasına, bir zamandan diğerine geçiyorsunuz. Buradan taşraya, şimdiden geçmişe bakıyorsunuz... Bu size neler keşfettirdi?

Belleğin kendine has bir iradesi olduğunu keşfettim. Biz istesek de istemesek de çıkıp gelebiliyor anılar. Okurken bazen “Bunları ben mi yaşadım Allah’ım” diyorum ya, işte bu yüzden. Tabii bütün o anlattıklarımı üst üste ve her gün yaşamadım. Hayat acıları, onları hazmetmenizi kolaylaştıran bir rutinle çıkarıyor karşınıza. Bugün feth-i kabir’e gidip mezardan ölüyü çıkarıyorsunuz, bir hafta sonra otopside başka bir olay yaşıyorsunuz. Yıllar geçince de bu iki olay arasında bağlantılar kurmaya, hadiseleri birbirleriyle ilişkilendirmeye başlıyorsunuz. Hayat bunları size toplu halde sunmuyor. Yaşadıklarınızı içselleştirmeniz için gerekli mesafeyi de yaratıyor. O mesafe sayesinde siz her seferinde ruhunuzu, aklınızı yeniden konumlandırıyorsunuz.


Ne oluyor o zaman?

Kabulleniyorsunuz. Yaşadıklarınızın bazılarını unutuyor, bazılarını daha net hatırlamaya başlıyorsunuz.

Bellek d nen şeyin geçmişinizden bugüne bir kar topağı gibi gelip yerleştiğini anlıyorsunuz. Kayıp gitmiş bir zaman değil geçmişiniz. Geçmişin farklı anları şimdiyi oluşturuyor Sonrada zaten çok acayip, bambaşka bir şey oluyor.


Nedir o olan şey?

Belleğin, hatırlamanın yakıcı, kanırtıcı bir şey olduğunu görüyorsunuz. Hayat böyle işte, size en acı veren şeyler, aslında sizi en çok büyüten şeyler değil midir hep? Öte yandan belleği diri tutmak da ahlaki bir seçim. Belleksizlik vicdansızlıktan başka bir şey değil, unutmaksa ihanet.


"Babamın yasını öykülerle tuttum"

Babanızı kaybetmenizin üzerinden çok zaman geçmedi. O yüzden mi yazdığınız herşeyin merkezinde o var?

Babamı çok severdim ben, onun benimle gurur duyduğunu bilirdim. Bir çeşit baskı da oluştururdu bu üzerimde. Kendimle ilgili konularda onu haklı çıkarmak isterdim. Bana kızdığı zamanlar oldu arada, mesela 80 öncesinde siyasete karıştığımda... Siyaset yolculuğumu babam hep açık bir endişeyle izledi. Sonra ilişkimiz sakinleşti. Özellikle ben hekim olduktan sonra... Hayatının epey uzun bir döneminde Parkinson ile mücadele etti. Üzgün ve öfkeliydi, çünkü hareket edemiyordu. Kendine çok dikkat eden; temizliğine, bakımına çok önem veren bir insanın artık kendine bakamaması acıdır, bunu yaşadı. Hekim olduğum için herhalde çareyi bende arıyordu. Böylece ilişkimiz şekil değiştirdi, koruyan kollayan oldum.


Yazmak onu kaybetmenin acısını hafifletti mi?

Acıyla baş etmemin bir yolu gibi oldu bu öyküler, babamın yasını öyküler aracılığıyla tuttum. Mısri’nin bir lafı vardır, “Ben derdime derman aradım, derdim bana derman imiş” der. Dert diye kurtulmaya çalıştığımız şey çoğu zaman o derdin yegâne çaresidir aynı zamanda. Panzehirin zehirden üretilmesi gibi...


Röportaj: Gülenay Börekçi



YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.