“Gelincik Yaprakları” adlı öyküde, “Kötü bizim içimizdeydi” diyor ya anlatıcı, edebiyat içimizdeki kötüyü çıkarmada ne kadar etkili?

Kötü, edebiyatla ya da başka sanat dallarıyla görünür kılınsa bile yine de kimsenin üstlenmediği tuhaf bir şey. Gün gibi ortada duruyor, herkes ucundan kıyısından mutlaka bulaşıyor, ama sorsanız, kimse kötü değil.


Edebiyat bunu görmemize yardımcı oluyor demeyi çok isterdim. Öyle olsaydı şimdikinden daha farklı bir dünyada yaşardık ama öyle değil. Kimse sahip çıkmıyor kötüye, hep kendisinden başkasında olduğunu düşünüyor da o yüzden. Gözümüzün kendimize değil, hep başkalarına dönük olmasından kaynaklanıyor bu. Okuduklarımız da başkalarının kötülüğünden söz ediyor bu durumda.


Yaşadıklarımız, görüp duyduklarımız da hep ötekinin kötülüğü. İstesek de istemesek de kötünün az ya da çok bizde de olduğunu görebilmek henüz ulaşamadığımız bir erdem. Hele, sözünü ettiğiniz öyküde olduğu gibi, çoğunluğun uyduğu, topluca yapılan bir eyleme dönüşmüşse kötü, meşrulaşıp, neredeyse kötülük olmaktan bile çıkıyor herkes için.


Yine aynı öyküden bir alıntı yapmak istiyorum: “Bilginin acıtan yanını bilirdi herkes...” Yazı, bu acıyı hafifletmede etkili mi?

Okuyanlar için yazının sağaltan bir yanı var mı ya da Aristoteles, sanat eserlerindeki acı ve şiddet öğelerinin izleyeni bu duygularından arındırdığını söylemişti ya, yazının gerçekten böyle bir etkisi olabilir mi bilmiyorum ama yazarken benim için daha çok görünür ve hissedilir oluyor o acı. Hafifletmiyor ya da dindirmiyor yazı hiçbir acıyı. Az önce de söylediğim gibi benim için görünür kılıyor. Ama görüp hissettiğim acıyı yazarken başkaları için de görünür kılabiliyor muyum, orasını bilemiyorum. Burada Nurdan Gürbilek’in “Mağdurun Dili”nde sorduğu soru geliyor aklıma: “Acı anlatılabilir mi?” Bu çok zor. Patetik olmadan yani acıklı, dokunaklı olmaya düşmeden anlatmak zor. Oğuz Atay ya da Dostoyevski bunun yolunu bulmuşlar tabii.


Giden öyküsünde, “Suyun uğultusunu dinliyorduk, içimizdeki fısıltıları duymamak için” diyor anlatıcı. Size de olur mu öyle ya da yazmak için o fısıltıları daha çok mu dinlemek lazım?

Mutlaka daha çok dinlemeyi gerektiriyor yazmak. Günlük hayatın telaşı içinde içimizden geçenleri duymayız ya da duymazdan geliriz çoğunlukla.


Eskiler, “kendini dinleme, iyi değil,” derler hep. Fazla düşünmek de iyi değildir onlara göre. Bu yüzden mi acaba artık hiç durup düşünmüyoruz? İçimizdeki farklı sesleri duymuyoruz. Duymak için durmak gerekiyor önce. Sağa sola koşuşturmayı bırakmak, çok kısa bir an için bile olsa, gerçekte ne istediğimizi, ne düşündüğümüzü fısıldayan beynimize kulak vermemiz gerekiyor. Ben böyle yazıyorum. Durup dinlemesem yazacak hiçbir şeyim olmazdı herhalde. O fısıltıların çok samimi olduğunu düşünüyorum ayrıca. Bizim her gün birileriyle konuşurken kullandığımız sesten çok daha sahici.


“Yumruğu doğru zamanda atmalı!”

Öykülerinizin insanı sorgulayan, acıtan, insanlığından rahatsız eden bir yanı var... Edebiyat her ne kadar naif görünse de kimi zaman bir amacı da rahatsız etmek sanırım... Yumuşak görünse de, yumruğu hayli sert oluyor. Ne dersiniz?

Evet, bu edebiyatın amaçlarından biri. Ama o sert yumruk illa ki öykümde olmalı, diye düşünmedim. Sadece bunu yapmayı amaçlıyor olsaydım göze batan, sırıtan bir şey olurdu bu. Bu etki edebiyatın kendi gücünden geliyor.


Edebiyat, doğası gereği dengeleri yıkar ve yeniden kurar. Bu yüzden de rahatsız edicidir. Her sanat eseri insanı sorgular. Okuduğumuz her metin bizi bir yumruk yemiş gibi sarsmalı diyemiyorum. O yumruk doğru zamanda atılırsa çok daha etkili olur.


“Yazı dilinin haz vermesi gerekli”

İnsanlar ne kadar çok hikâye anlatırlar birbirlerine. Yine de “yazılan” hikâyelere kıymet verilmiyor. Neye bağlamalı bunu?

Sözlü anlatım çok daha dolaysız bir şeydir de o yüzden. Kimseyi yormaz, akıl karıştırmaz, hemen anlaşılır. Oysa yazılanları önce okuma külfetine katlanmamız gerekiyor. Sözcükler ilk yazıldıkları anlamlarının dışına da taşarlar çoğu zaman. Okuyan için bunu anlamaya çalışmak ayrı bir uğraş gerektirir.


Yazı dili haz vermiyorsa okumak tam bir işkenceye dönüşebilir. Sözlü anlatımda bir olay vardır. Yazılmış öykülerdeyse dilin kullanım olanaklarıyla karşı karşıya kalırsınız. İspanyol düşünür José Ortega Y Gasset’in bir örneği var. 19. yüzyılda sanat eserleri bize bir pencereden bahçeyi izletiyordu. Bahçede gördüklerimiz hayatın gerçekliğiydi. Oysa 20. yüzyıla geldiğimizde sanatçılar bahçenin görüntüsüyle gözümüz arasında bir cam olduğunu, o cama yansıyan ışığın, renklerin olduğunu da gösterdiler. Aradaki o cama “Sanatın kendisi” diyor Gasset. Biz hâlâ aradaki o camı görmeyip sadece bahçeyi görmek istiyoruz. İkisini birden yapmaksa biraz uğraş gerektiriyor.


Röportaj: Ümran Avcı

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.