Hayatını sinemaya yürekten adayan ve sinema ile yatıp kalkan vizyon sahibi kişilerle karşılaşmak zordur. Öyle birini bulduğunuz zaman peşini bırakmayın ve sonuna kadar faydalanın, zira sizi duygusal anlamda fazlasıyla doyurur ve bilginize bilgi katar. Yıllarca okuyucuyu hikâye tadındaki yazılarıyla besleyen, “senaryo doktoru” ve sinema yazarı Burak Göral bu düşüncemizi kanıtlar nitelikte… Kendisi ile yaptığımız söyleşiden oldukça keyif aldığımızı belirtmek isteriz. Samimiyetini ve bilgisini satırlara aktaran Göral ile ağırlıklı olarak sinemanın çocuklar üzerindeki etkisini tartıştık. Baba olmanın öneminden tutun, çocukların hangi filmleri izlemeleri gerektiğine kadar birçok detayı siz okuyucularımızla paylaşmanın mutluluğu içerisindeyiz. Çocuklara yönelik sinemasal çalışmalar yapan ve bu çalışmalarını başarı ile sürdüren Göral, Arka Pencere Mecmua’daki “Hayallerim, oğlum ve sinema köşesi” ile nasıl bir aile babası olduğunu ortaya koyup, onu sinema ile birleştiriyor. Oğluna bu denli sinemayı sevdiren Göral’a mesleki hayatında başarılar diliyoruz. İyi ki söyleşi yaptı, iyi ki fikirlerini dile getirdi. Bu yoğunluğu arasında bizi kırmadığı için teşekkür ederiz. Keyifli okumalar…


Günümüzün Türk Sinemasını nasıl buluyorsun? Ne gibi değişiklikler oldu? Sinema nereye doğru evrildi? Bu değişiklikleri “senaryo doktoru” sıfatı ile değerlendirerek bize açıklar mısın?

Senaryo doktoru olarak değerlendirdiğimde, eleştirmen olarak değerlendirdiğimden daha fena görünüyor her şey! Türk sinemasının en büyük sorunu ‘hikâye anlatıcılığının son birkaç yıldır büyük zarar görmesi. Bunda en büyük sorumluluk hiçbir ülkede olmayan bir model üzerinde ısrar edilen televizyon dizilerimizin dramatik bozukluğundadır maalesef. Bu sistem bizim hikâye anlatıcılığımızı aşırı zedeledi. Bir diğeri de sinemacılarımızın sürekli benzer yerlerde, benzer hikayelerde dolanıyor olmaları. Bunun da tabi sorumlusu maalesef ülkedeki kültür sanat ortamının giderek güdükleşmesi. Sinemamız büyük oranda biçimsel sorunlarını aştı ama dramatik sorunlar giderek daha da derinleşerek devam ediyor. Bence bütün film festivallerinde sabah akşam bu meseleyi konuşmalıyız. Ana akım filmlerinden en minimalist filmlerimize kadar çoğunluğu, olması gereken son halinden en az birkaç versiyon önceki senaryolarla çekilmiş izlenimi vermekteler. Senaryo meselesi sadece senaryoyu yazanın sorunu değil. Yapımcının ve yönetmenin de senaryoları bozabildiği ya da düzeltmek konusunda yetersiz kaldığı durumlar var. Bu yüzden özellikle de senaristlik kurumunun daha çok güçlenmesi gerekiyor sektörde.


“Türk Sinemasının en büyük sorunu hikâye anlatıcılığının son birkaç yıldır büyük zarar görmesi”

Yeşilçam sineması sana ne ifade ediyor ve en sevdiğin Yeşilçam filmini bizimle paylaşır mısınız?

Yeşilçam’ı hep sevdim. Samimiyetle yapıldığını hissettiğim her filmini hâlâ severim, rastladıkça da izlerim. Mesela Atıf Yılmaz’ın, Lütfi Akad’ın filmleri benim için hep çok özel filmler oldular. Yine de en sevdiğim filmler klasik Yeşilçam’ın dışında kalan filmler oldu hep: “Ah Güzel İstanbul”, “Sevmek Zamanı” ve “Vesikalı Yârim” mesela... Tabi Arzu Film’in “Şaban Oğlu Şaban”, “Tosun Paşa”, “Hababam Sınıfı”, “Çöpçüler Kralı”, “Neşeli Günler” gibi filmleri de bu topraklarda yaşayan herkes gibi benim de favori Yeşilçam filmlerinden...


Emre daha bebekken onu güzel müzikler eşliğinde uyutur, gazını çıkarttırır, sakinleştirirdim... Hep hikayelerle, çocuk klasiklerini okuyarak büyüttüm onu. 4-5 yaşından itibarense sadece çağdaş çocuk animasyonlarını değil siyah beyaz kısa filmler de izletmeye başladım. Film izlemeyi seviyordu. O yüzden popüler filmlerin arasına anlamlı hikayeleri olan klasik filmler de ekledim. Amacım gelişkin bir film zevki olmasının yanında, onunla filmler üzerinden birçok hayatsal meseleyi konuşabilmekti. İyi filmler onu sadece kültürlü biri yapmayacak; daha duygusal, düşünceli, vicdanlı, adil, bilinçli, zevkli, akıllı yapacak diye düşündüm hep. Zaten müziğe olan ilgisi konservatuar eğitimi almasını sağladı, filmlere olan ilgisi de onun kişiliğini çok zenginleştirdi kanımca. Meslektaşlarım Emre’nin film değerlendirmelerine bazen şahit oluyorlardı rastladıkça. Arkadaşım Murat Özer ile Arka Pencere dergisini konuşurken o önerdi, neden beraber yazmıyorsunuz diye... Hem farklı bir içerik olur hem de başka çocuklar için de ilham kaynaklığı yaparız diye düşündüm ben de. Böylece Arka Pencere dergisindeki “Hayallerim, Oğlum ve Sinema” köşesi çıktı ortaya... Bu ay 12. yazımızı da yazdık baba-oğul...


Oğlun Emre ile beraber film izlerken yaşadığın bir anı var mı? Varsa bizimle paylaşır mısın?

Sinemada bir iki fısıldaşma dışında hiç konuşmayız. Ama evdeki izlemelerimiz hayli interaktif olur. Bazen filmi dondurur “sen olsan bu durumda ne yapardın?” diye sorarım mesela. Dolayısıyla her film izleyişimde güzel diyaloglar geçer aramızda. En güzel izleme anılarımızdan biri “Star Wars Ep.5: Empire Strikes Back”de oldu. Darth Vader’ın Luke’un babası olduğunu öğrendiğinde attığı çığlığı unutamam hiç! Bir de birlikte “Görevimiz Tehlike” filmleri izlemekten çok keyif alıyoruz. Sevdiğimiz sahnelerde birbirimizi dürtüp dururuz hep... “Sevmek Zamanı”nda çok enteresan bir şey oldu, Müşfik Kenter’in surete âşık olma halini çok iyi anladı ve onu çok haklı buldu. Özellikle ona özel gösterim yapmamıştım, ben bir yazı yazmak için tekrar izlerken ilgisini çektiği için bana katıldı ve daha küçüktü de yaşı üstelik!

“Yakında çocuklar ve ebeveynleriyle birlikte film izleme seanslarımız başlayacak”

Sence çocuklara sinemayı ve filmleri nasıl sevdirmeliyiz? Bunun için önerilerin neler?

Bu konuda çok emek verdiğim bir kitabım var. İnşallah yakında çıkacak. Her yaşa uygun ve her zevke hitap eden filmleri bulup çocuklarla onları tanıştırmak lazım. Anne babaların da sinemayı çok sevmesi ve çocuklarınla her filmden sonra iletişim kurması, film hakkında hayata taşan sohbetler yapmaları lazım. Filmleri sadece birer eğlence aracı ya da ailece vakit geçirecek bir etkinlik olarak görmemek gerek. Bazı meseleleri onlarla konuşmak ve tartışabilmek için emsalsiz bahanelerdir bence filmler. Bunu önemsiyorum ve deneyimlerimi, araştırdıklarımı ve mesleki bilgimi diğer ebeveynlerle paylaşmak için çeşitli yerlerde seminerler düzenliyorum sık sık. Ayrıca sosyal medyadan da sürekli dünyanın her yerinden ailece izlenebilecek eski-yeni, değişik ve güzel filmler öneriyorum. İlgili ebeveynler Twitter’da “cocukla_sinema”; Instagram’da da “cocuklasinema” hesaplarını takip edebilirler... Yakında çocuklar ve ebeveynleriyle birlikte film izleme seanslarımız başlayacak. İçeriğini açıklamayayım şimdi ama Türkiye’de daha önce pek yapılmayan bir etkinlik olacak.


Sence senaryo bakımından kuvvetli 2000’li yılların filmlerinden bize bir örnek gösterip, nedenleriyle tartışmaya açabilir misin?

Nuri Bilge Ceylan’ın her filmi hem sinemaya hem de senaryoya doyuruyor beni. “Bir Zamanlar Anadolu’da”, “Kış Uykusu” ve “Ahlat Ağacı” çok sevdiğim senaryolara sahipler. 2000’li yıllar çok büyük bir zaman aralığı, ama bu yıl içinde izleyip de çok sevdiğim güçlü senaryolu bazı filmleri şöyle sıralayabilirim: “Transit”, “Burning”, “First Reformed”, “Shoplifters”, “Three Billboards Outside Ebbing Missouri”, “Phantom Thread” ve “Roma”. Bu filmler duyguları yüksek, ruhu olan filmler. Çünkü daha kâğıt üzerinde çok sağlam duran dertleri var. Ve samimiyetle yazılıp ustalıkla sinemalaştırılmışlar. Benim için iyi film bu iki ayağın birden sapasağlam kurulmuş olması demek. İyi bir sinema filmi sadece gözlerimizi değil ruhumuzu da doyurmalı.


“Mekanik yazmak ve hesapçılık yapmak da iyi hikayeleri öldürebiliyor”


Senaryo sinemanın mihenk taşlarından biridir, bu nedenle senaryo yazarken yapılmaması gereken hatalar neler? İyi bir senaryo için ne gerekli?

İyi bir senaryo için yazarının ele aldığı meseleyi gerçekten dert edinmiş olması, sonra da onu iyi fikirlerle, üzerinde çalışılmış karakterlerle donatılmış, inandırıcı bir akışa sahip, sağlam örülmüş bir olay örgüsü içinde anlatabilmesi gerek. Senaryo yazarken yapılabilecek en büyük hata elbette beceriksizlik. Bazen iyi fikirler bulan senaristler aynı beceriyi yazmak konusunda gösteremezler. Bir de mekanik yazmak ve hesapçılık yapmak da iyi hikayeleri öldürebiliyor. Öyle ince bir işçilik ister ki senaryo yazmak hem çok inandırıcı olacaksınız hem de gerçek hayatı daha sinematografik bir hale getireceksiniz. Bunu yaparken dikiş izleriniz de belli olmayacak...


Sen hem sinema yazarı hem sinema doktorusun. İkisini birden yürütmek zor oluyor mu? Senaryo doktorluğuna seni iten neydi?

Eleştirmen olmak demek hayatını film izlemek üzerine kurmak demek. Ama ben çocukluğumdan beri sadece hikâye okumak ya da izlemekle değil, hikâye yazarlığıyla da ilgiliydim. Sonunda bir gün kendi hikayelerimi yazacağımı ya da birilerinin hikayelerine yardımcı olacağımı biliyordum. Sektörün iki tarafında da çalışıyor olmak elbette her zaman zordu. Ama her iki tarafta da mesafemi koruyabildiğimi düşündüm hep. Yine de eleştirmenliğim yüzünden bazen çalışmak için yapımcı bulmakta zorlandığım oluyor doğrusu... Yalnız bir gün yönetmenlik yaparsam eleştirmenliği tümden bırakırım diye düşünüyorum.





“Filmlere teknik birer ürün gibi bakmayı yanlış buluyorum”


Film analizi ve kritiği yazarken ilham aldığın kaynak/lar oluyor mu? Örneğin müzik, kitap vb… Sana göre yazı ortaya koyarken dikkat edilmesi gereken hususlar neler? Senin özel bir şablonun var mı? Sinema kitabı yazmayı düşünüyor musun?

B.G: Sinema yazarlığı için elbette bilgi, birikim, dile hakimiyet gibi ilk akla gelen nitelikler önemli. Ama sadece bunlar yetmez. Filmlere teknik birer ürün gibi bakmayı yanlış buluyorum. Birçok sanatı içinde barındırdığı için ele alınış tarzına göre duygusal damarının çok güçlü olduğunu düşündüğüm bir sanat dalı sinema. Bunun için eleştirmenin güçlü bir algı seviyesinin olmasının yanı sıra duyarlı bir ruha da sahip olması gerektiğini düşünüyorum. Hatta işi daha da ileri götürüp yazarın siyasi görüşünün bile başka ülkelerin eleştirmenlerine göre bizim gibi coğrafyada daha belirleyici olduğunu söyleyebilirim. Mesela Hollywood filmlerine bakışımız bir Amerikalı ya da İngiliz eleştirmene göre farklılık gösterecektir elbette. Öyle olmalıdır da zaten. Sinema kitabı meselesine gelince; benim zaten 3 tane basılmış sinema kitabım var. Hepsi ikişer baskı yaptılar ve şu an baskıları da bulunmuyor. Yeni bir kitabım daha hazırlanıyor, “çocuk ve sinema” üzerine 2019’un ilk aylarında çıkacak inşallah...


Sinema sevgin nasıl başladı? Sinemada ilk izlediğin filmi hatırlıyorsan ve o film hafızana kazınmışsa paylaşmanı rica edeceğiz…

Eskiden bankalar cumartesi veya pazar sabahları çocuk sineması düzenlerlerdi. Kısa Chaplin filmleri, Tom ve Jerry ve Pembe Panter animasyonları gösterilirdi. İlk sinema tecrübelerim onlardı. Uzun film olarak “Grease” ve “Star Wars” ilk izlediğim filmlerdi ve Olivia Newton John’a âşık olmuştum, jedi olmak da hayatımın en önemli amaçlarından biri haline gelmişti!


Hayatında hiç film çekmeyi düşündün mü, eğer düşündüysen çekeceği film nasıl olurdu?

Birkaç yıla kadar pek yoktu yönetmen olma idealim ama tanıdığım birçok yönetmen ‘artık başkasına verme yazdıklarını, kendin çek’ tavsiyelerini çoğalttılar. Düşünmeye başladım doğrusu. Aslında tiyatro olarak düşündüğüm bir hikayem var, bir de değişik bir psikolojik gerilim senaryom... İkisinden biri için kolları sıvayabilirim önümüzdeki yıl belki...


“Nuri Bilge Ceylan filmleri beni çok doyuruyor”

Tarzını kendine yakın bulduğun ve onun filmleriyle yatıp kalktığın bir yönetmen var mı?

Nuri Bilge Ceylan filmleri beni çok doyuruyor. Son yıllarda Türk sinemasında en çok onun filmlerinden tam tatmin olmuş şekilde çıkıyorum. Tarz olarak kendime yakın bulduğum, filmlerine bayıldığım çok yönetmen var elbette: Brian De Palma, Billy Wilder, Michelangelo Antonioni, Alfred Hitchcock, Martin Scorsese, Stanley Kubrick, David Lynch, David Fincher, Park Chan-Wook... Daha çok var...


Film yazılarının içinde sanki ayrı bir senaryo gizli. Bunu senaryo doktorluğuna mı borçlusun?

Teşekkür ederim. Lezzetli yazılar yazmaya çalışırım. Filmlere yaklaşımım da ilk başta ne anlattıkları, yaratıcılarının neyi dert edindikleri yönünden olur. Sinema sadece gözlerimizi ve beynimizi etkileyen bir sanat değildir, filmlere ruhumuz ve kalbimizle de bakmamız gerekir kanımca. Vicdanımızı, kalbimizi ve içgüdülerimizi de harekete geçiren filmlere karşı biraz daha hassas olunca yazması daha zevkli oluyor elbette... Senaryo doktorluğu yapmamın şöyle bir faydası oldu yazılarımda; hikâyenin kılcal damarlarına daha çok dikkat etmeye başladım. Bu da yazdığım eleştirilerin daha hikâye tabanlı olmasını sağladı. Bu yüzden okuması daha keyifli hale gelen yazılar oldular belki de...


Seni farklı bir boyuta taşıyan, içini kıpır kıpır eden ve duygularını en üst noktaya çıkaran filmi bizimle paylaşırsan seviniriz. Kendini duygusal biri olarak tanımlıyor musun?

Tanımlıyorum doğrusu. Özellikle baba olduğumdan beri daha duygusallaştım. Birçok filmde tüylerim diken diken olur, gözlerim dolar hâlâ. Peter Weir’ın “Korkusuz”u (Fearless) beni çok ağlatır. Çok sevdiğim bir arkadaşımı kaybettiğim bir zamanda izlemiştim, ölüm ve hayat hakkında beni çok etkileyen bir hikayesi vardır. “Kısa Tesadüfler” (Brief Encounter), “Kayıp” (Missing), “Ölümsüz” (Z), “Aşk Zamanı” (In The Mood For Love), “Neşeli Günler” (The Sound of Music), “Yaralı Yüz” (Scarface), “Sil Baştan” (Eternal Sunshine of the Spotless Mind), “Revolutionary Road”, “Tokyo Story”, “Chunking Express”, “Blade Runner”, “Çifte Tazminat” (Double Indemnity), “Casablanca”, “Yurttaş Kane” (Citizen Kane) ve daha böyle gider...


İyi filmin değerini anlamak için kötü film izlenmeli mottosuna katılıyor musun?

Mutlaka izlenmeli demeyeyim ama iyi filmlerin değerini daha belirginleştirdiklerine katılırım. Mesela bazen benzer temalı filmlerden kötü bir tanesine denk geldiğimizde “halbuki şu film aynı meseleyi ne de güzel anlatmıştı” deriz. Bu karşılaştırmalar çok keyifli ve bilinçli bir sinefil olmayı da beraberinde getirir bence. Mesleki olarak kötü olduğundan çok emin olduğun bazı filmleri de bazen sıkılmadan izleyebiliyorsun elbette. Hep “Armageddon” gibi dev bütçeli yapımları buna örnek gösteririm ben.





“Sinema filminin de asıl değeri zamana karşı ne kadar direnç gösterdiğiyle alakalıdır”


Bir filmin başarılı olması sence neye bağlı? Başarının senin için anlamı ne, özetler misin?

Bütün sanat eserleri gibi sinema filminin de asıl değeri zamana karşı ne kadar direnç gösterdiğiyle alakalıdır. Yani mesele gişe rekorları kırması değildir. Kalıcı olmaktır, zamana karşı yenilmemektir. Mesela Nuri Bilge’nin filmleri seyirci rekorları kırmıyor olabilir ama seyirci rekorları kıran bir sürü film unutulurken onun bazı filmleri yıllar sonra da konuşulacak ve üzerine makaleler yazılacak. Başka ülke ve festivallerde yepyeni insanların karşısına çıkmaya devam edecek. Benim için iyi film, benim ruhuma dokunabilen ve onu her hatırladığımda bu dokunuşu bana hatırlatan filmdir. Yani sadece kendi süresi boyunca değil, hayatım boyunca bana eşlik eden filmler iyi filmlerdir. Herkes için de böyledir bence...


Sinema yazarlığı süreci nasıl gelişti? Seni yazmaya motive eden şeyler nedir, kısaca bize bahseder misin?

Bütün çocukluğum boyunca hep sinemayı ve film izlemeyi çok sevdim. Yetmedi, onlar hakkında düşünüp yazmaya da başladım. Sonra o da yetmedi film setinde çalıştım, senaryo yazımı üzerine yoğunlaştım. Ama film izlemekten, okumaktan ve eleştiri yazmaktan hiç kopmadım. Sinema hakkında yazmanın en büyük motivasyonu onu çok sevmek, onsuz yaşayamamak olmalı... Hep söylerim; filmler benim için gözlerim açık gördüğüm rüyalardır diye. Hayatımın her safhasında sinema hep çok önemli bir konumda oldu. Yani sinema yazarlığı sinemayla çok iç içe bir yaşam istiyor en çok.


“Sinema hakkında yazabilmek de geniş bir kültür birikimi gerektiriyor”


Sinema hakkında yazılar kaleme almak isteyen ve kendini bu yönde geliştirme arzusu içerisinde olanlara tavsiyelerin neler? O kişiler hangi yolları izlemeli?

Sinemayla ilgili yapılacak her iş tutku istiyor bence. Görüntünün ardına geçme isteği, gördüğüyle ya da izlediğiyle yetinememe halidir onun hakkında yazmak. Ama sinema hakkında yazabilmek de geniş bir kültür birikimi gerektiriyor. Elbette önce kendini ifade edebilmek, kendi dilinde ifade kabiliyetini geliştirmek gerekli. Sonra elbette algıları açmak lazım. Çok okumak; sanat, tarih ve özellikle sosyoloji üzerine çokça okuma yapmak lazım. Filmlerle kurduğumuz ilişkileri geliştirmek zorundayız. Bunun için de sinema yazıları yazacak kişinin dünyaya bakışı, net bir siyasi duruşu olmalı. Bunun genel bir şart olduğunu söylemiyorum ama; bence film eleştirmeni filmlere kalbiyle de bakabilmelidir. Sadece gözler ve beyin yetmez. Filmde neyin samimi neyin hesapçılıkla yapıldığını algılayabilmeli. Çevre bilinci ve canlı hakları gibi konularda duyarlı olmalı ki filmlerdeki tema zehirlenmelerini, art niyetleri ya da bilinçli/bilinçsiz yapılan anlam kaymalarını tespit edebilsin.


Takip ettiğim kadarıyla yalnızca film değil dizi de izliyorsun. Seni şu ara en çok etkileyen diziler neler? Dizi ile film kritiği yazma arasında nasıl bir ayrım var? Filmlerin yanı sıra ileride dizi kritiği de yazmayı düşünüyor musun?

90’larda ve iki binlerin başında “Seinfeld”, “Friends” ve ““The Office” gibi sitcom diziler dışında pek dizi izlemezdim. Ama iki binli yıllar özellikle Amerikan dizileri açısından tam bir altın çağ oldu. Benim bu dönemde izlediklerimin arasında, en çok “Breaking Bad” bende derin bir etki bıraktı. “Happy Valley”, “Game of Thrones”, “House of Cards”, “The Crown”, “This is Us”, “Narcos”, “Killing Eve”, “Peaky Blinders”, “Ozark”, “Fargo”, “Mindhunter” gibi çok farklı türlerden çeşitli dizileri de ilgiyle izliyorum. Son zamanlarda “The Haunting of the Hill House”ı çok sevdim. Yerli dizilerle aram pek yok ama Berkun Oya’nın yazıp Seren Yüce’nin çektiği “Masum”u çok beğenmiştim. Dizi kritikleri yazmak sinema filminin kritiğini yazmaktan hem kolay hem zor. Zorluğu süresi elbette. Tam bir yazı yazabilmek için bütün bir sezonu izlemek gerek. Kolaylığı ise elbette hikayesini dolu dolu işlemek için sinema filminden daha fazla zamanı var. Bu da sizin genel resmi, ya da bütün hikâyeyi her açısından daha doğru olarak görüp tahlil etme imkanınızın olduğu anlamına geliyor. Şu sıralar film kritiği yazacak mecralar iyice azalmışken dizi kritiğini yazacak mecra bulmak da epey zor. İyi ki internet blogları var. Youtube kanalı açmak da bir çözüm tabi. Ama çok çoğaldı bu kanallar, bu yüzden çoğu öne çıkmak için dillerini sivriltiyor, bir kısmı da düpedüz saldırganlaşıyor.


“Gözümüzün önünde duran tonla cazip hikâyeye değemiyoruz bile…”


Çeşitli akademilerde senaryo dersleri veriyorsun. Öğrencilerle iletişiminin iyi olduğunu düşünerek şunu sormak istiyorum: Öğretmek mi zor, öğrenmek mi? Öğrencilerinin senaryo kursundaki gelişimi konusunda ne düşünüyorsun?

Sinema tutkusu olan, hayal kurabilen ve hikâye oluşturabilme görüsüne sahip biri için senaryo yazabilmek öğrenilebilir bir uğraştır. Mesele ne anlatacağın ve anlatacağın hikâyeyi görsel bir dille buluşturmayı kâğıt üzerinde nasıl tarif edebileceğin. Bunlar öğrenilebilir, ama doğru öğrenebilmek için kişinin kafasını açması, uzaklara açılabilmesi lazım. Öğrencilerde gördüğüm en büyük sorun, ya ne anlatacağını tam olarak bilememesi, ya da yanlış hikayelerle zaman kaybetmesi... Yani aslında gözümüzün önünde duran tonla cazip hikâyeye değemiyoruz bile. Birincisi kafalarımız böyle çalışmıyor. Bu bir sistem ve kültür iklimi problemidir. Sansür mekanizmalarının çok işlediği ülkelerin sinemaları yaratıcılık anlamında atılım yapar aslında. Yaratıcı insanlar sansürün arka kapısından dolanmak için görüntünün diliyle daha çok oynarlar, anlatımlarını zorlarlar, parlak buluşlarla ve imalarla seyirciden de çok uzaklaşmadan söyleyeceklerini yine söylerler. Bizim yaratıcılığımız hem sistem tarafından bastırılmakta hem de kapitalist düzen tarafından vasata indirgenmekte. Öğrencilerin bu iki baskıya da direnmeleri; yazmayı ve yaratmayı öğrenmelerinden daha zor. Önce kafalardaki bu duvarları indirmek lazım, tam ters istikametten gelen sert rüzgarlara rağmen.


Son olarak ileriye yönelik projelerinden bahsedersen böylelikle röportajımıza nokta koymuş olacağız.

Burak Göral Senaryo Atölyesi sürüyor. “Film Kulübü” adıyla bir etkinlik yapıyorum. Kitap kulübü gibi izlediğimiz filmleri oturup iki saat boyunca tartıştığımız üyelikle çalışan bir grup. Terapi gibi aslında... Ebeveynlere çocuklar için doğru filmleri doğru yaşlarda izlemelerini tavsiye ettiğim seminerlerim de arada devam ediyor. Profesyonel anlamda senaryo danışmanlığı ve doktorluğu yapmaya devam ediyorum. Çekilmesi ve sahnelenmesi için konuşulan senaryolarım, tiyatro oyunlarım var. Çok ayrıksı bir de dizi projem var. Yazmaya, izlemeye, üretmeye devam ediyoruz yani...


Röportaj: Arzu Çevikalp

arzu.kultursanat@gmail.com


Çocuklar ne izlemeli?

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.