Bir felaket filmi sadece “felaket filmi” değildir; aile, geçtiği ülke ve herkesin içindeki temel korkularla ilgilidir. Tür, toplumların önünü göremediği, karamsar düşüncelerin alıp başını gittiği dönemlerde moda olur. Finansal krizin henüz bitmeyen yan etkilerini ve ülkedeki orta sınıfın hâlâ kendini tam olarak toparlayamadığını hesaba katarsak ABD’nin felaket filmi için uygun bir dönemden geçtiğini söyleyebiliriz. Hatta final sahnesi itibarıyla filmdeki depremler silsilesinin belirli ölçülerde 11 Eylül ve ekonomik kriz gibi travmaları içerdiğini dahi öne sürebiliriz. Ancak tüm bunlardan önce, felaket hikâyelerinin merkezinde genellikle parçalanmış bir aile ve çocuğunu kurtarmaya çalışan bir baba olduğunu unutmayalım. “San Andreas Fayı”nın “babası” Ray (Dwayne Johnson) sorumsuzca otomobil kullanan genç bir kızı kurtardığı ilk sahneden de anlaşıldığı gibi tepeden tırnağa gerçek bir erkek kahraman. Ama ailesini bir arada tutma konusunda başarısız. Eşi Emma (Carla Gugino) ondan boşanıp iş adamı sevgilisi Daniel (Ioan Gruffud) ile birlikte yaşama planları yapıyor. Film, Los Angeles’tan San Francisco’ya uzanan bir yolculuk sürecinde Ray’in eşi ve kızı Blake’i (Alexandra Daddario) kurtarmak için gösterdiği çabaları anlatırken, dipten dibe Ray’in yeniden ailenin reisi olma sürecini de işliyor.


Hep son saniyede kurtuluyorlar

Bu tür filmlerin gizli mesajı, felakete karşı kimin nasıl direndiğiyle ilgilidir. “San Andreas Fayı”nda çalışan sınıf, bilim insanları ve gençlik, depreme karşı savaşırken şehrin en yüksek ve sağlam binasını yapmakla övünen inşaatçı işadamı dirençsiz çıkıyor. Bu arada, bilimadamı karakterinde Paul Giamatti’nin iyi bir performans çıkardığını ama senaryodaki konumu nedeniyle öyküye ağırlığını koyamadığını belirtelim. Susan rolündeki Kylie Minogue ise hiç bir iz bırakmadan geçip gidiyor. “San Andreas Fayı”nın asıl “oyuncusu” ve “kötü adam”ı hiç kuşkusuz deprem. San Andreas fayı boydan boya kırılırken her yeni depremde şiddet artıyor. Artçılar ise en az ilk sarsıntı kadar zarar veriyor; şehirler yaklaşık bir buçuk saat boyunca yerle bir oluyor. Film asıl olarak Blake ile depremden hemen önce tanıştığı Ben (Hugo Johnstone-Burt) ve Ollie (Art Parkinson) adlı iki kardeşin hayatta kalma mücadelesine odaklanıyor. Klişelerden hiç sapmayan “San Andreas Fayı”, karakterlerin son saniyede ölümden kurtulduğu bir düzineyi aşkın sahne içeriyor. Barajlar, gökdelenler, köprüler sarsılıyor, yıkılıyor; finali ise benzeri görülmemiş bir tsunami yapıyor. Depremi tanıyan bir coğrafyanın insanları olarak, asıl felaketin sarsıntı bittikten sonra yaşandığını biliyoruz. “San Andreas Fayı” ise “sürekli sarsıntı” parolasıyla deprem konusunda gerçekçilikten epey uzaklaşarak bir tahribat ve felaket şovuna dönüşüyor.





Tsunami sahneleri çarpıcı

2012’de İspanyol yönetmen Juan Antonio Bayona’nın çektiği, Uzakdoğu’da yaşanan tsunamiyi konu alan “Kıyamet Günü” (Lo imposible), mütevazı bütçesine rağmen çok daha inandırıcı ve gerçekçiydi. “Gizemli Yolculuk”tan hatırladığımız Brad Peyton’un yönettiği “San Andreas Fayı” ise açıkçası Hollywood usulü gösterişli bir felaket filmi olmanın ötesine geçemiyor. Deprem sahnelerine teknik olarak bir sözüm yok ama peş peşe gelen yıkımlar filmi tekdüzeleştiriyor. En çarpıcı sahne ise bir yük gemisinin tsunami sırasında alabora oluşu...



Yazı: Mehmet Açar

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.