Zombi filmlerine duygusallığı, aşkı ve naifliği getiren “Sıcak Kalpler” (Warm Bodies) soundtrack’indeki güzel şarkılar eşliğinde rahatça seyredilen romantik bir gençlik filmi.


Zombiler vampirler kadar olmasa da sinemacıların gündeminden düşmüyorlar. Çağdaş sinemayı “yaşayan ölüler”in dehşetiyle tanıştıran George Romero ve Sam Raimi gibi öncü yönetmenler, zombileli gerilimden uzak, kanlı bir kara mizahın orta yerine sürmüşlerdi.


Romero zombiler üzerinden kapitalizmi eleştirmiş, Raimi seyirciyi eğlendiren ucuz ve bayağı bir estetik yakalamaya gayret etmişti. Sonraki yıllarda zombi filmleri, şiddet ile mizah arasında salınıp durdular...


Isaac Marion’un romanından Jonathan Levine tarafından sinemaya uyarlanıp yönetilen “Sıcak Kalpler” ise zombi filmlerine alışık olmadığımız duygusal ve yumuşak bir yaklaşım getiriyor. İlk bölümde bazı sert sahneler olsa da, öyküyü canavarların, devlerin tarafına geçerek anlatan animasyonların çocuksu havasını hatırlatan bir tavrı var filmin. Bugüne kadar hep insanların gözünden takip ettiğimiz zombilere bu kez içeriden bakıyoruz. Film, genç bir zombinin düşünce sesiyle sürüp gidiyor.


“Ötekileştirdiğimizi sevelim, ön yargıları kırıp birbirimizi anlayalım ve dünyayı aşkla, muhabbetle kurtaralım” türünden iyi niyetli bir naiflik her şeye hâkim. Malum, zombiler gördükleri insanları çiğ çiğ yemekten başka gayeleri olmayan genellikle duygusuz ve belleksiz varlıklardır.


Başlangıçta burada da durum aynı ama aşkın kudreti her şeyi değiştirmeye başlıyor. Zombilerden boşalan “kötü adamlar” kontenjanını ise artık insanlığa geri dönüş şansı kalmayan, bir deri bir kemikten ibaret “Kemikliler” grubu dolduruyor.


Filmin en sevdiğim bölümü zombilerin varoluş sıkıntılarıyla karşımıza geldikleri açılış sekansı oldu. Sanki dünyayı terketmek istercesine bir havaalanında toplanmaları, Godot’yu beklercesine orada yaşamaları ve insan oldukları zamanlardan kalma gündelik alışkanlıklarını tekrar etmeleri akılda kalıcı kadrajlarla yansıtılıyor. Ama bu bölümlerdeki ironi ve hüzün filmin bütününe yayılamıyor.


2011’de “Şansa Bak” (50/50) adlı filmiyle tanıyıp sevdiğimiz yönetmen Jonathan Levine’ın bu kez asıl amacı gişede başarılı olacak masalsı bir aşk filmi...


Dolayısıyla, popüler gençlik filmlerinin yüzeysel romantizmini yakalamaya çalışıyor ve hedefine ulaşıyor.


Nicholas Hoult ile Teresa Palmer “kıyamet sonrasının Romeo ve Juliet” i olarak fena değiller. John Malkovich’in ne yazık ki gayet klişe bir rolde oynadığı filmin en güzel yanlarından biri de Bruce Springsteen’den Bob Dylan’a, Feist’ten Bon Iver’a kadar uzanan, kulaklarda nostaljik tınılar bırakan güzel şarkılar...



Haber: Mehmet Açar

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.