Paul Thomas Anderson, toplam 5 filmle erken denebilecek bir yaşta (42) sinema ustası olarak anılmayı başarmış bir yönetmen. 1997'de çektiği ilk filmi “Ateşli Geceler” deki (Boogie Nights) olgun sinemasıyla herkesi şaşırtmıştı. Bir sonraki filmi “Manolya” ise seyirciye çok şey söylemek konusundaki telaşı, yoğunluğu ve yoruculuğuna rağmen etkileyici bir çalışmaydı. Ama asıl başyapıtı, güçlü bir anti-kahraman aracılığıyla ABD'nin şiddet kültürü üzerine düşündüğü “Kan Dökülecek”ti (There Will Be Blood) hiç şüphesiz.


Yeni filmi “The Master” da bir bakıma aynı yoldan ilerliyor: Dengesiz, sorunlu karakterler üzerinden “Amerikan ruhu”nun özüne bakmayı deniyor. Bu kez ABD'nin önlenemez yükselişinin ivme kazandığı bir dönemde, yani 2. Dünya Savaşı'nın hemen sonrasındayız.


İki dengesiz insanın dramı

Filmin ilham kaynaklarından biri, askerlerin savaş sonrasındaki yaşadıkları psikolojik sorunların anlatıldığı John Huston imzalı, 1946 tarihli “Let There Be Light” adlı belgesel. Freddie Quell (Joaquin Phoenix), savaştan ruhu da yaralı olarak dönen askerlerden. Lancaster Dodd (Philip Seymour Hoffman) ise savaş sonrasının bütün “hastalarından” faydalanmayı kafaya koymuş zeki bir “girişimci”.


Kapitalizmin hastalıklarından, burjuvaların vicdani sorunlarından yeni dinler ve tarikatlar doğacağını sezen Dodd, her sınıftan insanın takip edilecek ustalar, yeni peygamberler aradığının farkında. Yeni çağ dinlerinin bir tutam gizem, bir tutam bilim, bir tutam kurgu ve kişiye özel uygulamalarla ivme kazanacağını da biliyor.


Todd, mürekkep testiyle ruhuna sızılamayan hırçın tabiatlı Freddie'nin gönlünün kapılarını tek bir seansta açmasını bilecek kadar da duyarlı biri. Todd ile Freddie'nin ilişkisi kuşkusuz sadece ABD'yi değil, günümüzün dünyasını anlamak için de bir anahtar. İnsanlar “akıl çağı”nda dahi hep takip edilecek ya da biat edilecek birini aramıyorlar mı? Yeni dinler, insanların inanç konusundaki arayışlarının hiç bitmeyeceğini göstermiyor mu?


Aslında Anderson bilgiç bir edayla bakmıyor tüm bu meselelere. “The Master” öncelikle birbirlerine ihtiyaç duyan iki insanın dramı. Doktor-hasta, babaoğul, efendi-köle, lider-takipçi eksenlerinde ilerleyen bu ilişkinin Freddie özelindeki psikolojik yansımaları kuşkusuz daha derinlemesine ele alınıyor. Zaten kadınları çıplak gördüğümüz bölümde ya da sinemadaki telefonlu rüya sahnesinde onun zihninin içinde, içgüdüleri ve bilinçdışıyla yüz yüzeyiz. Anderson, Freddie'nin hafızasındaki deniz görüntülerine ve plajda kumdan yapılma kadına sarıldığı sahneye de birkaç kez dönerek karakterin özgürlük ve bağlılık arayışları arasındaki bölünmüşlüğü de unutturmuyor bize.


Joaquin Phoenix Oscar’da iddialı

“The Master”da daha çok yakın ölçekli planları tercih eden Anderson'un neredeyse terk edilmiş geniş 65 mm negatif filmle dar 1.85: 1 formatını buluşturması, alışılagelmişin dışında bir renk paleti ve görüntü dokusu oluşturuyor. Philip Seymour Hoffman ve Amy Adams'ın her zamanki gibi yine çok iyi oynadığı filmde Joaquin Phoenix, kariyerinin en başarılı performansıyla Oscar'a şimdiden ağırlığını koyuyor. Özgün bir senaryo olmasına karşılık bir roman uyarlaması tadı veren “The Master”, Anderson filmi izlemeden önce duyulan heyecanların boş olmadığını bir kez daha kanıtlıyor. Kaçırmayın.


Haber: Mehmet Açar

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.