Hayat bu belli olmaz. Bir gün yolunuz New York’a düşerse, hemen bulun diye hikâyeye sondan başlıyorum. Adres: 130, 1 st Avenue, St. Marks. Çok basit, metroyla gelenler Astor Place durağında inip yukarı doğru yürüyecek, 3 caddeyi geçecek. Kapısında Rainbow Music yazıyor. Dükkânın adı içeride göreceğiniz yüzlerce gökkuşağını karşılamaz. St. Marks her gün başka bir dükkânın tası tarağı toplayıp iflas ettiği bir semt. O eski dükkânlar gitmiş, yerine adım başı bir market, hamburgerci, ünlü kahve zinciri şubeleri açılmış. Peki, benim ne işim var burada? Ziyaretimin sebebi bir belgesel. Adı: The Birdman.


Kapıyı tam itecekken, açılıyor. Elindeki şişede sarı bir sıvıyla Bay Birdman karşımda! Meğer dükkânda tuvaleti yokmuş, şişeye yapmış çişini. Dışarı dökmeye çıkıyormuş. Tuvaletsiz dükkânı değil, yaşlılığı ve çaresizliği içimi burkuyor. “Nereden buldun beni” diye soruyor. “Twitter” diyorum. “Kim o? Tanıyor muyum” diyor. “Sosyal medya” diyorum da ben bile boşluktayım. Twitter’da kendisini anlatan belgesele ait linkin her gün yüzlerce insan tarafından paylaşıldığını, her hafta 50 bin kere seyredildiğini anlatıyorum. Gülümseyerek “Benim bilgisayarım yok” diyor. “Dükkânda oturacak yer yok” desem, lafım bile ayakta kalır! 150 bin CD, 20 bine yakın VHS kaset... Sağım ölülerle, solum yaşayanlarla dolu. Michael Jackson’la Amy Winehouse, Bob Dylan’la Leonard Cohen’e karşı...


Adını söylemiyor

Birdman adını söylemiyor, “Boşver, sen Bill san. Ama zaten bana herkes Birdman der” diyor. Neden? “Çünkü her gün 2 hindi fümeli sandviç yiyorum. O da biliyorsun bir kuş...” İlk sandviç saati 13.30, ikincisini 18.30’da yermiş. Oradayım diye erteliyor.


Belgeseli çeken Jessie Auritt’le nasıl buluşmuşlar? Bilmiyor, kız gelmiş bulmuş. Halbuki hikâyenin aslı öyle değil. Birkaç yıl evvel East Village’da oturan Jessie Auritt, Birdman’in dükkânına CD’lerini satmaya gidiyor. Birdman genç kadını “Senin CD’lerden bir numara çıkmaz” diyerek geri çeviriyor. Jessie de Birdman’in belgeselini çekmeye karar veriyor. 10.5 dakikalık belgesel Amerika’da 4 ödül alıyor, festivallerin açılış filmi olarak gösteriliyor. Kendi belgeselini seyretmek nasıl bir his? Normalmiş. “Ben de gittim bir gösterime, New York Üniversitesi’ndeydi. 100 kişi geldi, bir daha bakmadım” diye anlatıyor. Çünkü bilgisayarı yok...


Eylülde 72 yaşına basacağını anlatıyor. Aynı ayda doğduğumuzu söylüyorum. Sohbet süresince ayrılacağımız tek nokta onun “Başak burçları akıllı olur” konusundaki ısrarı. “Düzenli olurlar aslında, ama sizin burası felaket bir halde” diyorum. “Haklısın ama düzenlemeyeceğim. Her şeyin yerini ezbere biliyorum. Neredeyse 15 sene evvel Wall Street’ten emekli oldum. Dükkânı haftanın 7 günü, ben açıyorum, ben kapatıyorum. Sence kataloga ihtiyacım var mı? Yok. Hepsi kafamın içinde!”


Para kazanıyor mu? Fena değilmiş. Ama rakam vermiyor. Kiracıymış. Mal sahibinin “Haydi artık, bu sene son” ısrarı başlamış bile. Belki seneye buralarda olmayacak. Ne yapacak? Hiç. “Paraya ihtiyacım yok. Borsada kâğıtlarım var” diyor. Apple mı? Bilgisayarı bile olmayan bu yaşlı beye aslında şaka yapıyorum. Ama o çok ciddi. “Şaka mı yapıyorsun? Baksana nasıl değer kaybediyorlar.” Hiç evlenmemiş, bir oğlu var. Tam o esnada arayıp babasına tıraş olduğunu anlatıyor; Bay Birdman’in cevaplarından anlıyorum. “Umarım benim paralarımı, saçlarını yamuk yumuk kesen bir berbere vermemişsindir. Haydi haberleşiriz...”


İsmini soruyorum yine, “Bill” diyor sadece. Benim adımı soruyor, söylüyorum. “Hah, ne güzelmiş Olive” diyor. Her New York’lu gibi adımı zeytin sanıyor. Bir Sigur Ros CD’sine uzanıyorum, satın alacağım, “İkimizin doğum günü yaklaşıyor, indirim yaptım sana, 1 dolar” diyor. Bazı şehirlerde müzeler yerine insanları gezmek gerekiyor...


Dükkânda müzik yok

Koleksiyonerlerin dikkati dağılmasın diye 15 yıldır bir kez bile müzik çalmamış. “Kafa şişirmenin âlemi yok” diyor. Belgeselde giydiği gömlek yine üzerinde. En çok bununla rahat ediyormuş. Küçüklüğünü anlatıyor. Annesinden 1 dolar harçlık alır, haftada 4 filme gidermiş. Carry Grant’in başrol oynadığı filmleri yazdırıyor tek tek. Plaklardan kurtulmak istiyor. Alan olursa 1-2 dolar indirim yapıyor. Koleksiyonerlerin canını vereceği CD’ler var burada. Fiyatlarını kendi belirlemiş: 11.99 dolar. İnternette bunların çok paraya gittiğini anlatıyor. “Eh, siz de basın üstüne 99.99 doları” diyorum. “Paraya ihtiyacım yok ki, yere ihtiyacım var” diyor. Yahudi'ymiş, ama onu da boşvermemi söylüyor. “Din denen şey palavra, bak dünyanın haline. Tek yapacağımız okumak” diyor. “Filmin sonu güzel bitecekse bile ağlayacak hale geldik, ne dersin” diye bitiriyor sözlerini. Sulu göz olup olmadığımı soruyor. Feci sulu gözüm. Bunu duyduğuna çok seviniyor. Ağlamak iyiymiş...


Haber: Elif Key


Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.