Çocuklarımızın fiziksel ve psikolojik sağlığı için yapamayacağımız şey yok. Onları kendimizden daha çok düşünüyor, daha çok önemsiyoruz. Kendimiz için yapmadığımız fedakarlıkları onlar için yapıyoruz. İyi olsunlar, mutlu ve sağlıklı olsunlar istiyoruz. Fiziksel bir rahatsızlıkta soluğu doktor odasında, psikolojik bir sıkıntıda soluğu bir pedagog odasında alıyoruz. Hemen iyileşmeleri için ne gerekiyorsa yapmaya hazırız ve de yapıyoruz. Peki ya asıl iyileşmesi gereken çocuğumuz değilse? Asıl bakmamız gereken yer kendi iç dünyamız, kendi iyi oluş halimiz ise? Belki bunu okuyunca "benim bir sıkıntım yok" diye geçti içinizden, gerçekten öyle mi? Çocuk sahibi olmadan önce, kendimizle bir çocuk ile ilgilenir gibi ilgilenebilme şansımız oldu mu, kendimize bir çocuğa bakar gibi baktık mı? Kendi iyi oluş halimiz için ne gerekiyorsa yaptık mı?
"Bir insanın tüm travmalarını çözmeye çalışsak ömrümüz yetmez" diyor, travma konusunda dünyanın en önde gelen isimleri arasında yer alan Gabor Mate. Bu çok doğru, fakat bugünkü düşünce duygu ve davranışlarımızı hala şekillendiren çocukluk çağı deneyimlerimize dürüstçe bakmanın öneminin de altını çiziyor. Önce kendimiz, sonra çocuklarımız için. Çocuğumda travma yaratmayayım kaygısıyla yaşamak, en mükemmel ebeveynliği yapabilmek için oradan oraya koşturmaktan ziyade, sakince ama dürüstçe kendi travmalarımızla çalışmak, kendi iç dünyamıza bakım vermek ailemiz için yapabileceğimiz en iyi yatırım.
Şu bir gerçek ki, günümüz ebeveynleri olarak çoğumuz, koşulsuz sevgiyle yoğrularak büyüme şansını elde edemedik. Hala da kendimizi güvende ve ait hissetmiyoruz. Zaten doğuştan gelen çaresizlik, yetersizlik hissini ve büyüdükçe oluşan değersizlik inancını, çoğumuz işleyip geride bırakamadık. Alamadığımız güveni, koşulsuz sevgiyi, aidiyet hissini, değerlilik inancını çocuğumuza vermeye çalışıyoruz.
Bu noktada şunu da belirtmekte fayda var; yetersizlik ve çaresizlik hissi aslından doğuştan varolan hisler. İnsan yavrusunu diğer yavrulardan ayıran ilk özellik doğduğu anda tek başına hayatta kalabilme yetisine sahip olmaması. Diğer çoğu hayvan türünün aksine insanın hayatta kalabilmesi başka bir insanın varlığına bağlı. Bu özelliğimiz ile bir çaresizlik ve yetersizlik hissi ile geliyoruz dünyaya. Doğum da kendi başına bir travma (vajinal veya sezeryan olması farketmez.) Anne karnında, karanlıkta, uyaransız bir ortamda belli bir sıcaklık düzeyinde, tüm ihtiyaçları kendisi herhangi bir şey talep etmeden karşılanan, suda solunumu gerçekleşen bebeğin, bir anda o ortamdan çıkması, daha soğuk, ışıklı ve bol uyaranlı bir ortama geçmesi ve bir anda sudan çıkıp hava yoluyla nefes almaya başlaması bebek için adeta dünyaya fırlatılmak gibi bir durum. Tüm bunlardan dolayı doğduğumuz an ilk hissettiğimiz duygu korku, güvende olmama, yetersizlik ve çaresizlik. Bu his yaşamsal boyutta olduğu için yaşamsal boyutta bir arayışa yol açıyor. Anne, baba (ya da bir diğer bakımveren) bebeğin güveni aradığı ilk liman.
Her insanda benzer olan durum zamanla farklılaşıyor. Bazı çocuklar, doğuştan karşılaştığı o yetersizlik çaresizlik duygusunu, bir diğer insana bağımlı olma durumunu zamanla geride bırakıp güvenle ve ayakları yere sağlam basarak hayatın içine neşeyle ve güvenle karışabiliyor. Hayatın içindeki sorunlarla baş ederken duygusal bir sağlamlık sergiliyor. İç dünyasında çok büyük çalkantılar oluşmuyor. Ergenlik dönemi daha sakin geçebiliyor. Kimisi için ise bu yetersizlik çaresizlik duyguları giderek daha da derinleşiyor. Öyle ki ilerleyen yıllarda hiçbir yere ait olamama, çoğu zaman güvende hissetmeme, her an tetikte hissetme, anksiyete, gelecek kaygısı, overthinking dediğimiz aşırı düşünme hali gibi türlü türlü başka durumlar baş gösterebiliyor.
Burada ayrımı belirleyen kritik nokta anne babanın kendisini bu hayatta güvende ve ait hissedip hissetmediği. Bu hayatta kendini güvende ve ait hissetmeyen bir anne baba, ne yaparsa yapsın, ne okursa okusun, hangi yöntemle yaklaşırsa yaklaşsın, çocuğuyla güvenli bir bağ kuramıyor. Güvenli bağlanmanın olmadığı yerde anne-baba ve çocuk arasında sık sık çatışma yaşanıyor. Biz çocuklarımızı kolundan tutup pedagog pedagog dolaştırıyoruz ama onlar bizi kolumuzdan tutup terapiye götüremiyor. ‘’Anne baba, sen öfkeni kontrol edemediğin için, ben de kontrol edemiyorum’’ demeyi bilmiyor. Suçu kendinde arıyor. Kusurlu hissediyor. Telafi için başvurduğumuz yıldızlı bir hayat sunma projesi işe yaramıyor. Çocuğu aldığı özel ders, gittiği spor, etkinlik, seyahat, hediyeler kurtarmıyor. Biz iç dünyamızda tamam değilsek, ne sunarsak sunalım, o da iç dünyasında tamam olmuyor.
Sonuçta, biz kendimizi iyileştirmedikçe aynı döngü devam edecek. Kendisiyle -mış gibi değil, gerçekten dürüstçe çalışma cesaretini gösterebilmiş bir anne babanın boşluğunu, sunduğumuz yıldızlı hayatlar kapatmayacak. Çocuklarımızı çekiştirip çekelemeyi bırakıp kendimize dürüstçe bakmaya başladığımızda ister onun göz hizasına inelim ister amuda kalkalım farketmez, çocuk bizdeki değişimi, gelişimi, gerçekliği direkt alır. Biz kendimizle çalışmaya gönüllü olup, gereken adımları atıp öfkemizi kontrol edersek, çocuğumuz da öfkesini kontrol edebilir. Biz zorlandığımız noktalarda zorlayıcı duygularımızla ne yapacağımızı bilirsek, çocuğumuz da bunu doğal şekilde öğrenir.
"Her bebek küçük bir Buddha veya Zen Ustası olarak görülebilir, bebeğiniz sadece size ait olan özel mindfulness öğretmeninizdir." diyor minfulnessın batıdaki babası olarak bilinen John Kabat Zinn. Daha kendimiz tamam olmadan, can havliyle onlara öğretme telaşına kapılmak yerine, onların henüz düşüncelerde boğulmamış saf ve net görüşlerinin bize rehberlik etmesine izin vererek onlardan öğrenmek mindfulness perspektifinden kendimiz için atacağımız en iyi adım.
Bir çocuk ile beraber bir anne ve bir baba da doğuyor. Çocuğun dünyamıza gelişi, kendimize bakmanın, kendimizle ilgilenmenin tam zamanı olduğunu bize hatırlatıyor. Tam zamanı.
YORUMLAR