1 Temmuz 2018’de Birgün Pazar'da “Bir Sahte Sığınak Olarak Antidepresanlar” başlıklı bir yazı çıktı. Son yıllarda gerek tıp camiasında, gerek kamuoyunda, gerekse şarlatanlar arasında antidepresan ilaçların etkililiği çokça tartışılmaya başlandı. Popüler yayınlara bakılırsa, bu tür ilaçların bir yararları yok, hatta zararlılar. Yazı da bu genel kabulleri ve halk arasında bu tür tedavilere yönelik genel kuşkuyu arkasına alarak “bildiğini okuyor”. Yazar “Neden İlaçlar?” altbaşlığı altında özetle şöyle diyor:


Birey düzen karşısında direnç gösteremez, bekleyen sorunlar karşısında ne yapacağını bilmeden sendeler. Sendeleyince bekleyen sorunların altında kalır. Başa çıkamadığı bir eşikte de DANIŞMAN'a başvurur. [Bir de bu var: DANIŞMAN. Ben bunun hekim olmayan ruh sağlığı çalışanlarının hekim gibi hasta bakabilmeleri için uydurdukları bir terim olmasından kuşkulanıyorum. Dikkatinizi çekerim, sorunların altında kalan birey hekime değil, DANIŞMAN'a gidiyor.] Arada ancak felsefecilerin anlayabileceği bir cümle:


Bireyin zihninde beliren böylesi bir yardım düşüncesi, söz konusu sorunlara rağmen, verili ilişkilerle barışık kalmanın bir ısrarıdır aslında Bir Sahte Sığınak Olarak Antidepresanlar başlıklı yazıdan

Anladığım kadarıyla, birey şöyle diyor kendine:


“Sorunlarım var ama ben bu hayata nasılsa öyle devam etmek istiyorum.”


Birey, yardım istediği danışmanın “alternatif bir bilinç” taşımamasını beklemektedir. Taşımasın ki, sorunlarla kendisinin başa çıkmasını ya da düzeni değiştirmesini istemesin. Danışman (yasalara göre Türkiye'de bu ilaçları sadece hekimler reçete edebildiklerine göre, dürüst olalım, hekim) bu durumda anlaşmaya uyar, alternatif bilinç taşımaz ve bireye ancak “sahte bir sığınak olabilecek olan sentetik ilaçlar” sağlar. [Tüm ilaçlar bir kimyasal sentezle üretildiklerine göre, sentetik ilaçlar dışındaki ilaçlar nelerdir? “Doğal” ilaçlar. Örneğin, St. John’s Wort (sarı kantaron) mu? Gene bir hile: Ben aslında “doğal” ilaçlara karşı değilim. Tipik bir kamuoyu önyargısı daha: “Doğal” ilaçlar kimyasal ilaçlardan daha az tehlikelidir.” Oysa, tam tersine, ilaçlar bin türlü araştırma ve denetimden süzülerek piyasaya sürülürken ve çıktıktan sonra belli prosedürlere uygun olarak takip edilirken, doğal ilaçlar, içerikleri -büyük ölçüde- bilinmeyen ilaçlardır. Örneğin, depresyonda kullanılan St. John’s Wort (sarı kantaron otu) bitkisel bir ilaçtır, ancak, ölümcül karaciğer harabiyeti yapabilir.]


Sorunların altında kalan birey ile (danışman değil) hekim karşı karşıya geldi. Anlaşma gereği, hasta birey ilacını alıp gitti. Peki, sorun ne? Sorun şu:


Yazara göre, “bireyin karşılaştığı sorunların hemen hepsi, doğrudan ya da dolaylı olarak, meta bağımlı toplumsal ilişkilerin yapısından kaynaklanan sorunlardır.” Bu nedenle, “sorunların çözümünün biricik yolu düzenin, yani koşulların değiştirilmesidir.” Koşulları değiştiremiyorsa (çünkü “Değişim henüz bütünsel anlamda gerçekleştirilememiştir”; biz bunu “henüz devrim olmamıştır!” diye anlayabiliriz), yapılması gereken, hekime koşup ilaç almak değil, “birey nezdinde bir karşı oluşun ortaya koyulmasıdır. Bu karşı oluşun sağlanması, değişimin bireyin düşünce ve eylemlerinde var kılınması, eşdeyişle değişimin parçada gerçekleşmiş olması anlamına gelir.” Af dileyerek anlaşılır bir dile çeviriyorum:


“Birey sorunlarını hemen devrimle çözemeyeceğine göre, şimdilik düzene karşı çıkmalıdır.” Burada birey, devrimci bütünün bir “parça”sıdır, gördüğünüz gibi! Elbette “bireyin sorunlar karşısında benliğini güçlendirmesi” de bir olanaktır ama “uyumu salık veren bir danışan ve danışılan ilişkisinde, başka bir seçeneğin, danışman eşliğinde benliğin yanıltılmasının benimsenmesi daha olasıdır.”


Böylece “bireyin mücadele seçeneğini reddetmesi, onu bu noktada [yani, tam mücadeleyi reddettiği noktada] antidepresanlara iter.” Sonuç: “Kendisine, tutunmak için belirlediği gerekçeleri ilaçlar yardımıyla pekiştirir ve düzenle olan uyumunu sürdürür.” Yazar daha sonra hem dünyada hem de Türkiye'de antidepresan kullanımının artışına dair rakamlar vererek son bölümde “ilaçların tahakküm araçlarına dönüşümü”nden söz ediyor.


Bu yazının Pazar Eki'nin politik yazılarıyla hemen görülmeyen ama yakın bir ilişkisi var. Anlatmaya çalışayım: İlk yazı Bülent Forta'dan: “Seçim Sonuçlarına İlişkin 10 Saptama”. Ne yazmış? Parlamenter demokrasinin sonu, Suriye faktörü, ekonomik riskler, iktidar gücü, AKP-MHP koalisyonu ve siyasal dengeler, egemen güçlerin muhtemel yönelimi (“daha baskıcı bir yönetim tarzı”), muhalefet tablosu, AKP ile HDP, yeni durum (“bütün toplum bir mücadele alanı olarak kurgulanmalıdır”) ve “mücadeleyi yükseltmek gerek”. Yeni bir şey? Bir öneri? Yok. Her gün gazetelerde okuduğumuz haberleri başlıklar halinde sunarsam, benzer bir tablo ben de çıkarırım. Mücadele nasıl yükseltilecek? Nasıl bir hedefle? Bunun araçları ne olacak? Bir yanıt yok.


İkinci yazıda Önder İşleyen benzer, bildiğimiz bilgileri verdikten sonra “muhalefet dinamiğinin üstünde durmak”tan söz ediyor. Meclisteki muhalefetin (CHP ve HDP'nin) yetersiz kalacağı, Kürt ulusal hareketi etrafında birleşme tezinin yanlışlığı, vb. gibi bilinenleri tekrarladıktan sonra, “düzenin köklü eleştirisi toplumsal güce dönüştürülmeli” altbaşlığında “yapılması gereken şimdi değişim arayışındaki milyonların seçimlere ilişkin umutları ya da sonrasındaki hayal kırıklıkları üzerinden çok bilmişlik yapmak değil [burada Fatih Yaşlı'ya bir dokundurma var sanırım!] tam da sokakları dolduran ve her şeyi göze alarak o gece boyunca sandıklara sahip çıkan insanlarımızın arayışına yanıt üretecek yeni bir yol açmaktan ibarettir” diyor ve İnce'nin sloganını tekrarlıyor: “Başaracağız!”


Anglosaksonların “redundant” dedikleri türden bol bilgi, tekrar, ajitasyon... Başka? Ne kuramsal bir yenilik, ne somut bir öneri... Neden? Benim yanıtıma geçmeden önce bir düşünce deneyi yapalım. Antidepresanlarla (yani, depresyona karşı ilaçlarla) ilgili yazıda geçen antidepresan ibarelerini çıkaralım ve yerlerine antihipertansifler (yani, hipertansiyona karşı, kan basıncını düşüren ilaçlar) yazalım. Antidiyabetikler, yani, şeker hastalığına karşı ilaçlar, vs. de yazılabilirdi, fark etmez. (Tamam, yerimizin kısıtlılığından dolayı buraya böyle bir yazının hepsini almayalım, özetleyelim. Zaten bu bir deney.)


Başlık: “Bir Sahte Sığınak Olarak Antihipertansifler”. Biraz kuşku uyandırıcı bir başlık, antihipertansifler neden sığınak olsun ki? Ama şimdilik sorun yok, belki ilerleyince anlarız. “Baumann'a göre günümüzü yaşayan kimselerin, meta bağımlı sınıflı toplumun tahakkümüne karşı koyamadıkları oranda 'bir baş ağrısı, gerginlik, tansiyon içinde olmaları neredeyse kaçınılmazdır.' Bu koşullar altında bireylerin önemli bir kısmının güvenilir (!) bir çözüm olarak sığınakları, 'antihipertansifler, beta-blokerler, her bedensel sorun için bulunmuş ayrı ayrı ilaçlar' gibi geçici olarak kan basıncını düşüren maddeler olmaktadır.”


Devam etmeye gerek var mı? Antihipertansiflerle (kan basıncını düşüren ilaçlarla) ya da antidiyabetiklerle (kan şekerini düşüren ilaçlarla) ilgili olarak böyle bir yazı yazılabilir mi? Birey “düzene karşı direnç gösteremediği”, “verili ilişkilerle barışık kalmakta ısrar ettiği” için -kolaya kaçarak- kan basıncını ya da şeker düzeyini düşüren ilaçlar almakla suçlanabilir mi? Dünyada ve Türkiye'de antihipertansiflerin ya da antidiyabetiklerin kullanımındaki artış rakamlarını vererek bu suçlama temellendirilebilir mi?


Peki, antidepresanlar konusunda neden yazılabiliyor? Birçok nedeni var. En önemlisi, cehalet... Bireysel değil, genel cehalet... İnsanlığın bilimsel bilgisi, ilginç bir şekilde, çok genelden özele, yani, evrenden bireye, oradan da kendine, yani, zihne ve beyne (benim uydurduğum bir terimle, “ziben”e) doğru ilerliyor. Önce mitolojiler, sonra astronomi, sonra dünya (mekanik fizik), sonra sosyoloji ve biyoloji , en son da psikoloji ve davranış (ya da beyin) bilimleri (neurosciences) çıkıyor. Marx ve Engels, tezlerini oluştururken zamanlarının en son bilgilerinden yararlanmışlardı. Ellerindekine bakılırsa ne kadar iyi iş çıkardıkları anlaşılabilir ama dönemlerinde henüz beyin bilimleri gelişmemişti ve bu yüzden de tezlerini Pinker'in “boş sayfa” dediği yanılgı üzerine kurdular: Buna göre, toplumsal koşullar değiştirilirse, insanların da değişeceği varsayılıyordu. Oysa Sovyetler ve Çin dahil, çeşitli ülkelerdeki sosyalist devrim deneyimlerinden görüldü ki, bu hem böyle olmuyor hem de bu varsayım insanlığa büyük zararlar veriyor, çünkü eğer insanları değiştirebileceğinize inanırsanız ve koşulları değiştirdiğinizde insanlar değişmiyorsa, onları değişmeye zorlarsınız. O zaman ortaya Küba gibi görece iyicil örnekler çıkabilir, ama Kuzey Kore, Kamboçya gibi kötücül örnekler de çıkabilir. Bu varsayımın özellikle sol çevrede karşılığı kaba bir psikoloji düşmanlığıdır: Bilinçli “birey”, düzeni (!) çözdüğü için psikolojik bir rahatsızlık yaşayamaz; yoksa aklından zoru var demektir.


Bunun dünyadaki “sosyalist” rejimlerde nasıl sonuçlandığını biliyoruz: Sosyalizm gibi insanın kendi hayrına bir sisteme karşı çıkmak ancak psikolojik bir rahatsızlıkla açıklanabilir. Dolayısıyla, karşı çıkanların yeri, akıl hastaneleridir. Klinik pratikte gördüğüm sonucu da şudur: Solcu yarı-aydınlarımız, özellikle de erkek olanlar, psikiyatriye başvurmayı gereksiz, daha kötüsü zarar verici bulurlar çünkü insan aklına sahip çıkarsa psikiyatrik bir sorun yaşaması imkansızdır. Yaşıyorsa, bu o kişinin eksikliğindendir.


Peki, karaciğer hastalığı için hastaneye başvurulabilir mi? Ya da mide, kalp rahatsızlıkları için? Elbette... Peki, psikiyatri için neden başvurulmaz? Bu soru solcuların beyinle ilişkisine dair aydınlatıcı ipuçları içeriyor: Karaciğer, mide, kalp, vs. gibi organlarımız işlev bozuklukları gösterebilirler ama beyin gösteremez. Neden? Çünkü beynin -anatomik olarak- gösterilebilir hastalıklarıyla zaten nöroloji ilgilenmektedir: Epilepsi, felç, beyin kanaması, vs. Oysa diyelim ki bir depresyonda bir nöroloğun ilgilenebileceği düzeyde kaba bir patoloji tespit edilemez. O zaman (Szazs gibi) şöyle düşünürler: “Beyindeki bir sorun ya nörolojiktir ya da o sorun yoktur.” Bu sonuç hem solcularımızın hala yüzyıl önceki antipsikiyatri tartışmalarında kaldıklarının bir başka örneği hem de “kaba maddecilik nedir?” sorusunun en güzel yanıtlarından biridir. Eğer, karaciğer hastalıklarında karaciğerde patoloji varsa, depresyonda da beyinde patolojik değişiklikler olamaz mı? Ve eğer bu patolojileri tespit edersek, depresyondaki bireyi düzeni anlamadığı, anladığında da karşı çıkmadığı için aynı rahatlıkla suçlayabilir miyiz? Nitekim bugün ulaştığımız bilimsel düzey bu tür patolojik değişiklikleri daha iyi görmemizi sağlıyor, ama önyargıların değişmesi kolay değil, çünkü psikiyatri en az bilinen, bu yüzden de en fazla ön yargının bulunduğu alanlardan biri.


Peki, psikiyatrik hastalıklar toplumsallıktan bağımsız antiteler mi? Elbette değil. Elbette toplumsallıkla ilişkileri diğer tıbbi dallardan daha fazla. Elbette -bugün beyin bilimlerindeki çalışmalar sayesinde daha iyi biliyoruz ki- beyin salt biyolojik ya da psikolojik bir organ değil, aynı zamanda “toplumsal” bir organ da: Beyin bilimlerinde “sosyal beyin” diye çok geniş bir araştırma alanı var. Yaşadıklarımız, beynimizin şekillenmesinde elbette önemli rol oynuyor. Ancak, karaciğer hastalıkları ya da kan hastalıkları ya da endokrin hastalıklar toplumsallıktan bağımsız mı? Diyabeti beslenme düzeninden, toplumsal doyma biçimlerinden, onu da sosyo-ekonomik ve kültürel koşullardan, örneğin, “fast food” ekonomisinin getirdiği obezite salgınından ayrı düşünemeyiz. Aynı şekilde, hipertansiyonu (kan basıncı yükselmesini) de gene beslenme ve diğer hayat olaylarından, örneğin, stresten ayrı düşünebilir miyiz? Her gün yabancılaştığı bir işe, sabahın köründe, durmaksızın adrenalin salgısına neden olan bir trafik sıkışıklığı içinde gidip, yetiştirmesi gereken tatsız işlerle uğraşan ve bu sırada deniz kıyısında küçük bir kasabada yaşama hayalleri kuran birinin bu durumunun hipertansiyonundan bağımsız olduğunu düşünebilir miyiz?


Nitekim çeşitli mecralarda nadir de olsa hastalıkların bu yönüne değinen yazılara rastlayabilirsiniz ama psikiyatrik hastalıklara gelince, bunların toplumsallıkla ilgili yönlerine değinen yazıları mutlaka sol bir yayın organında bulursunuz (!), zira bu anlayışa göre insan davranışları mutlaka toplumsal belirlenimlidir ve eğer davranışlarda sorun varsa, toplumsal nedenlerle ortaya çıkmıştır: Çalıyorsa yoksulluktandır, öldürüyorsa feodalitedendir, yalan söylüyorsa kapitalist tüketim toplumu bunu dayattığı içindir, vs.


Özetle, davranışlarımızın evrimsel, dolayısıyla genetik, biyolojik kökenleri görmezden gelinirse, naif bir insan görüşüne varılır ve insanlar ikna edilirse her şeyin değiştirilebileceği sanılır. Yukarıda söz ettiğim Çin, Kamboçya vb. felaketlerin temelinde bu düşünce yatar. Bu konuların politik inanışlarla ve faaliyetlerle yakından bağlantısı olduğu açık. Davranışları salt ekonomik çıkarla ya da toplumsal koşullarla açıklarsak, insanların bir partiye oy vermelerini de dağıtılan kömür ve bulgura bağlarız. O yüzden, bence, dünyayı değiştirmek istiyorsak, geçmişte büyük düşünürlerin başvurduğu araçlara geri dönmeliyiz: Bilimsel bilgiye ve eleştirel düşünmeye. Ezbere konuşma dönemini sona erdirip daha çok okuyup bilmeye, daha çok düşünmeye ve tartışmaya ihtiyacımız var.


Hakan Atalay

Görsel: anabundance

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.