"Ebeveynlerim, büyükanne, büyükbabalarım ve daha uzak atalarım tarafından tamamlanmamış, cevaplanmamış halde bırakılan şeylerin ve soruların etkisi altında olduğuma kuvvetle inanıyorum. Sıklıkla bir ailede ebeveynlerden çocuklara geçen kişisel olmayan bir karma var gibi görünür. Bana her zaman, önceki nesillerin yarım bıraktığı, tamamlamam veya devam ettirmem gereken şeyler var gibi gelmiştir.’’
C.Jung Anılar, Düşler, Düşünceler
Yaklaşık 10.000 yıl önce avcılık-toplayıcılıktan tarıma geçiş yapan insanlık, o günden beri hızla değişen durum ve koşullara uyumlanarak yaşamak, "yarına kalma" mücadelesini kazanmanın yollarını bulmak zorunda. Bu süreçte tüm rollerin içeriğinin yeniden yeniden yazıldığı ve uyum sağlama sürecinde ortaya çıkan problemlerle de aynı anda mücadele yürütülmek zorunda kalındığını biliyoruz. Sırtımızda ve belimizde çıkan rahatsızlıklar, göz problemleri, ayak ve diz problemleri gibi birçok fiziksel rahatsızlığın bile kaynağı buralara dayandırılıyor. Endişe, depresyon, kaygı gibi ‘’modern zaman hastalıkları’’nın da bu uyum süreci zorluklarıyla ortaya çıkan semptomlar oldukları söyleniyor.
Bireyin ruhsallığının oluşumunda "kuşaklararası aktarımın"’ temel ve yapılandırıcı bir rol oynadığı açıktır. Çünkü kuşaklararası iletişim, kültürün ve bireyselliğin temelini oluşturur. Özellikle yasların, travmaların, sırların, utançların ve patolojilerin iletimi, karmaşık ruhsal düzenekler yoluyla gerçekleşmekte ve kimi kez sonraki kuşaklarda birer semptom olarak ortaya çıkmaktadır. Bu semptomların anlamlarının çözümü de bireysel olduğu kadar, soy zincirsel sorgulamalarda yatmaktadır. O nedenle kuşaktan kuşağa tarihsel süreç boyunca iletilenlerin neler olduğu, bu unsurların nasıl iletildiği yalnızca birey için değil, bireyin içinde yaşadığı toplum için de önemlidir.
Anneliğin zihin yapısı, bebek ilk ağladığı anda oluşmaz. Bir annenin doğması, çarpıcı ve tanımlayıcı bir anda olmaz, bebeğin gerçek doğumundan önceki ve doğumu takip eden aylarda artarak çoğalan emeklerden yavaş yavaş ortaya çıkar. Anne olarak, gereklilikten ötürü, bir süre boyunca hayattaki rota belirlenirken yön gösterecek bir rotaya ihtiyaç vardır. Bu, anneliğin zihin dünyasının sadece yeniden düzenlenmiş hali değil, daha önceki zihinsel yapıyla yan yana var olacak, tamamen yeni bir düzenlemedir. Hamilelikten başlayarak anne olacak kişi, hayatının erken dönemlerindeki anne figürleri üzerine daha fazla düşünmeye başlar.
Anne, kendi genetik, evrensel bilgi, aile ve sosyal yaşamdan gelen eşsiz, edinilmiş deneyim kaynaklarına başvurarak bu pozisyona yanıt verir. Bu kaynaklar, hem onun birçok ilişkisinde bilinçli olarak öğrendiği rollerden hem de ortak bilinçdışından gelir. Bu da onun sözcükler olmadan bebeğiyle bağ kurmasını, gereksinimlerinin karşılanmasını bekleyen bu belirli gereksinimleri doğru bir tele* ilişkisiyle kolaylıkla anlamasını sağlar. Bu yaşam deneyimi, bu yaratıcı eylem etkin ortak bilinçdışı sürecin başlangıcıdır, çünkü iki bireyin aynı zaman ve mekanda derin bir bağla gerçekleştirdikleri ve her ikisinin de yaşamının ona bağlı olduğu ilk ortak eylemdir. Bu yaratıcı eylem, hamilelik boyunca süren uzun bir ısınma dönemi içerdiği gibi aynı zamanda da bir gelecek projesi içerir. O noktadan itibaren her davranış, diğerinin de varlığını içerecektir. İnsan yaşamı ancak onu tutan ve kapsayan bir ilişki içinde var olur. Tüm bu tanımlar bilinç alanında olmasına rağmen, asıl büyük sır, kuşaktan kuşağa aktarılan paylaşılmış ortak bilinçdışında yatar. Doğum gibi her bir yaratıcı eylem bir ilişkiler yumağı içinde yer alır ve ortak bilinçdışından beslenerek ve yine ortak bilinçdışı bir süreç yaratarak evrimleşir.
Genetik mirasımızın yalnızca anne babalarımızdan aldığımız kromozomal DNA yoluyla aktarıldığına inanılırken, şimdilerde bu görüş yerini daha da ötesine götüren bir görüşe devrediyor. Kromozomal DNA saç, göz ve ten rengi gibi fiziksel özellikleri aktarmakla sorumludur ve şaşırtıcı biçimde bütün DNA’ mızın yüzde 2’sinden az kısmını oluşturur. Diğer yüzde 98’lik bölüm ise kodlanamaya DNA olarak aktarılır ve kalıtımla aldığımız duygusal, davranışsal ve karakter özelliklerinin birçoğundan sorumludur.
Winnicott, bebeklerin ancak ‘’yeterince iyi annelik’’ sayesinde gerçek benliklerine ulaşacağını söyler. Ne yazık ki bunu söylemesi kolay ama yapması zordur. Çünkü anne de bir annenin kızıdır ve bu annenin de kendisine ait çok sayıda erken yaşantıları ve travmaları olabilir. Chodorow’un ifadesiyle ‘’kadınların anneliği, kuşaklar boyunca üretilir.’’ Kadınların duygusal yaşamlarındaki deneyimlerinde, sevgiyi yaşayış ve sunuş biçimlerinde de annelerinin anneliğinin önemli bir etkisi vardır. Ruhsal, duygusal ve fizyolojik bağlanma araçlarıyla travmatik deneyimler bir nesilden diğerine aktarılır. Bununla beraber roller ve role yüklenen anlamlar, rolün içeriği de nesiller arasında aktarımla bugüne ulaşır. Annenin yaşadığı travmalar, bağlanma ilişkileri, güven, aidiyet gibi duygular, ona da kendi annesinden aktarılmıştır. Bebek, sadece annenin görülen davranışlarından etkilenmez. Duygu rol alışverişi sayesinde annenin sahip olduğu tüm olumlu duyguların yanında travmatik anılar da bebeğe aktarılmış olur. Bu şekilde çocuk, annenin tüm travmalarının içine çekilir ve onlardan etkilenir. Kalıtsal yalnızlık, güvensizlik ve bağlanma sorunları nesilden nesile geçer ve tüm bu duygular miras alınır.
Basitçe söylemek gerekirse, annemiz aracılığıyla büyükannemizin annelik özelliklerini alırız. Büyükannemizin katlandığı travmalar, acılar, kederler, çocukluğundaki veya dedemizle yaşadığı zorluklar, sevdiklerinin ölümü, kendi yaptığı annelikle bizim annemize geçmektedir. Geriye dönüp bir diğer nesle bakarsak, büyükannemizin aldığı annelikle ilgili olarak da büyük ihtimalle aynı şeyin geçerli olduğu görünecektir.
(*) Psikodramanın kurucusu Moreno tarafından ortaya atılmış bir kavram olan tele, kısaca, bireyleri birbirine iten ve çeken süreci tanımlar. Aradaki duygu akışına verilen isimdir. "Sezgiler" olarak da adlandırabiliriz.
Esen Acarer Kahya
Psikolojik Danışman
Görsel: Afghanistan Matters
YORUMLAR