Güneşin yorgun argın, gözlerini yeni yeni açtığı ve tatlı soğuk bir rüzgarın tenimize değip usulca geçtiği, hatıraların Boğaz'ın koyu kurşuni sularında birdenbire ve topyekûn canlandığı, suların insanlara, seslere, renklere, kelimelere büründüğü ve uzaklarda sessiz çığlıkların, o vakte kadar görmezden geldiğimiz, inkar ettiğimiz hislerin adeta ruh buldukları, birer bedene bürünüp karşımızda bittikleri ve varoluşlarına katlanamayışımızın hesabını acımadan bize sorduğu vakitler... Normalde bu vakitler, mahallemizin emektar pidecisi Yunus Abi sabah namazını kılmış ve yüce Yaradan'a her halinden dolayı şükretmiş (ki ay başını zor bela getirir, çoğu zaman tanıdıklarından borç ister ve genellikle geri vermez, onlar da çoluğu çocuğu hatırına ses etmezlerdi) ve iki gözü kan içinde, yaşamaktan utanç duyarak duasını tamamlamış ve çoktan fırının ateşini yakmış ve pideleri (birkaç defa zabıtalar rutin kontrol esnasında hamamböceği ve fare yakalamış ve fırını mühürlemiş ve tüm mahalleli de bundan haberdar iken, herkes ısrarla, inatla ve istekle Yunus Abi’ye gider) ondan almaya devam ederdi...


Aslında mahallemiz çok kalabalık değildi, hepi topu bir düzine insan ancak vardı lakin herkes, modern toplumun yapısının bir sonucu olarak, kendi aleminde diğerlerinden ve kendinden bağımsız, habersiz yaşar ancak mahalleden birisi vefat ettiğinde evlerine kadar gitmeye zahmet edip samimiyetsizce baş sağlığı diler, ölen kişinin pek iyi pek güzel bir insan olduğunu, (kaç yaşında olursa olsun) erken vefa ettiğini, henüz hayatının baharında gencecik bir insan olduğunu anlatır ve kendisine ikram edilen pastaları, börekleri kırmadan hatta ziyadesiyle yerdi (ki dışarıdan bakan birisi sanki taziyeye değil de o eve sırf bunun için, karnını doyurmak için gittiğine kolayca inanabilirdi). Üst katta oturan Sinem Ablaların evinde mütemadiyen altın günü düzenlenir, maddi anlamda, aile ve ülke ekonomisine en ufak bir katkısı olmayan hanımlar uzak yerlerden Salı günü koşa koşa, adeta kendisini yeryüzünde ebediyen silmek isteyen gavur düşmanın azgın atının ayakları altında kalmamak için, gelir ve neredeyse tüm gün boyunca akla, hayale gelmez şeylerden, kimselerden bahsederler ve bir sonraki buluşmaya kadar adeta evlerinde hapsolmuş gibi zor dururlardı. Sinem Abla’nın küçük kızı liseye yeni başlamıştı; zaman zaman Matematik dersinde yardımcı olur, ona sayıların gizemli dünyasını anlatmaya çalışırdım, çoğu zaman bir şey anlamazdı ancak ben yine de hafta da en az iki gün (Cumartesi ve Pazar) evlerine gider ve üzerime borç bildiğim görevimi yerine getirirdim.


Doğruyu söylemek gerekirse, benim kabul ettiğim ve pek çok şeyden evvel bellediğim ahlak ilkelerim yoktu, mütemadiyen patates kızartması ve belediyenin oy devşirmek amacıyla bol keseden dağıttığı ucuz kömür kokan o eski eve gitmekteki tek amacım Zehra'yı (Sinem Abla’nın en büyük kızını) görmek ve mümkünse onun gül cemaline uzun uzun bakıp kızımızın çocukluğunu, ne kadar da tatlı bir çocuk olacağını düşünmek, içimden Zehra’ya haykırarak şiirler okumak ve ahlaksız hayaller kurmaktı. (Sanırım bunun bir sebebi de dini duygularımın yeterince -en azından nefsime hakim olacak kadar güçlü olmamasıydı.) Zehra diğer arkadaşlarına kıyasla içine kapalıydı ve arkadaş edinmekte, gözlemlediğim kadarıyla, fazlasıyla zorlanıyordu; benimle bile uzunca bir zaman konuşmamış hatta beni gördüğü yerde insanımsı bir hayvan görmüş gibi çığlık çığlıga koşuşturmuş ve bir müddet baygınlık geçirmişti (sanırım biraz abarttım ama beni ilk gördüğünde inanın yıllardır, yatmadan hayali kurduğunu ve kendisine dünyayı ve arzu ettiği her şeyi bağışlayacak, hayalini dahi kurmakta zorlandığı şeyleri önüne serecek beyaz atlı prensi gelmiş gibi hissetmedi ve aniden boynuma atlayıp beraber o benim üzerimde yere düşmedik, dudaklarım neredeyse öpüşecek kadar, (filmlerde olduğu gibi, ki ben o sahnelerde kesinlikle öpüştüklerine ancak toplum tepkisinden çekindikleri için o sahneleri sansürlediklerine inanıyorum) dudaklarına yaklaşmadı ve kalbinin yerinden çıkacakmış gibi çarptığına tanık olamadım. Zehra’yla aramız kötü değildi aslında zaman zaman cesaretimi toplayıp onunla muhabbet etmeye girişir ve heyecandan ne diyeceğini bilemez bir halde uzun uzun onu dinlerdim, diğer insanlara karşı sessiz kalmasının hıncını adeta bir çırpıda benden çıkarır, ben de bundan hiç mi hiç şikayet etmezdim. Bazen de durduk yere onlara gider, birkaç dakikalığına Zehra'yı görür (ki neden geldigimi çoğu zaman açıklayamazdım ona) ve eve dönerdim.


Hayatım hiçbir zaman bir insan cennetine ve kalabalık, hakiki bir mutluluğa dönüşmedi, Zehra gibi ancak Zehra'dan biraz daha fazla arkadaşım oldu. Bilmiyorum, Zehra yanı başında günden güne kahrolan aşığının farkında mıydı, farkında olsa acaba nasıl davranırdı. Şimdi dönüp baktığımda acıyla fark ediyorum ki meğer onunla geçirdiğim o kısıtlı zamanlar meğer hayatımın en kıymetli zamanlarıymış. Hayatımda iki günü asla unutamıyorum; ilki Zehra'yla tanıştığım (tanıştığımız demeyeyim de ilk de defa onu gördüğüm) günü ve diğeri... Ümitle, Sinem Ablalara giderken kapıda uzun uzun bekledikten sonra dayanmayıp paspasın altındaki gizli anahtarı alıp (ki bu anahtarı sadece Sinem Abla ve ben biliyorduk, eskiden annem evde olmadığında dışarda kalmayayım diye söylemişti Sinem Abla bana anahtarın yerini) korkuyla eve girdiğim... Ve Zehra'nın kendi kanında boğulduğu, evin uysal kedisi Fox'un merdivenlerdeki kanı iştahla emdiği, umudun kadere yenildiği günü... Yaşamak benim için daha önce hiç bu kadar zor ve anlamsız olmamıştı.


Sefa Taşkın

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.