Hiç kuşkusuz ki Türk ve dünya edebiyatında bir dönem kapandı. Büyük destan anlatıcısı, insanlığın sesi ve vicdanı Yaşar Kemal üç yıl önce hayatını kaybetti. Umut kelimesini ondan öğrendik. Ve bir ömür umut etmeyi de. İnancın, korkunun üstüne yürümenin ve isyanın adı oldu bizim için. Romanları, öyküleri, şiirleri ve röportajlarıyla Çukurova’dan çıkıp önce Türkiye’yi, sonra insanlığı kucakladı. Acımız büyük, saygımız daim ama umudumuz da sonsuz. Çünkü artık bir Yaşar Kemal’imiz olmasa da ondan kalan koca bir dünyamız var.


Peki ya Yaşar Kemal’in hikâyesi? Onun hakkında ve eserleri hakkında birçok eser yayımlandı şimdiye kadar. Ama o kendini ve hikâyesini çok az yerde anlattı. Az sonra okuyacağınız alıntılar, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan ve Yaşar Kemal’in Fransız yazar Alain Bosquet’ye verdiği bir röportajdan. Bölüm aralarıysa, okura destek vermek adına naçizane bizden.


Öyleyse buyurun. Ailesinden çocukluğuna, dünya görüşünden edebiyat anlayışına kadar kendi ağzından Yaşar Kemal...


Çukurova’da doğup büyümesine rağmen, aslında ailesi Çukurovalı değildir Yaşar Kemal’in. I. Dünya Savaşı sebebiyle terk etmek zorunda kalırlar yurtlarını. Çünkü Rus ordusu, köylerine varmıştır ve evlere top gülleleri düşmeye başlamıştır. Bir buçuk yıl süren uzun ve çileli bir yolculuğun ardından maddi ve manevi kayıplarla varırlar son yurtlarına.


Babamın, anamın, bütün ailemin köyü Van Gölü’nün kıyısındaki Ernis köyü, Ernis iskelesidir. Şimdiki adı Günseli kasabası. Günseli kasabası Van ilinin Muradiye ilçesine bağlıdır. (….) gölün kuzeydoğusunda Esrük Dağı’nın eteğinde, Ağrı Dağı’ndan sonra Türkiye’nin ikinci yüksek dağı olan Süphan Dağı’nın yakınlarındadır.”

Göç yolunda kayıplar yaşar aile. Ama dönem öyle bir dönemdir ki, Ermeniler’den Kürtler’e, Türkmenler’den Azeriler’e ve Yezidiler’den Süryaniler’e kadar herkes göç halindedir ve büyük kayıplar yaşanmaktadır. Bu sırada sahipsiz köpekler ve ailesiz kalmış çocukların kurduğu çeteler dolaşmaktadır etrafta.


“Aç, azgınlaşmış köpekler yüzlerce, binlerce sürüler halinde dolaşıyor, saldıracak hayvan, ceren, kurt, kuş arıyorlardı. (….) Çocuklar da sürüler haline gelmişti, aç sefil, çırılçıplak… Sürüler halinde dolaşıyor, köylere kasabalara saldırıyor(lardı). (….) I. Dünya Savaşı’nın korkunçluğu olacak gibi değil.”

İşte o çocuklardan biridir Yaşar Kemal’i babasız bırakan. Göç yollarında sahiplenmiştir baba kendi katilini. Çünkü çocukları çok seviyordur.


Ben dört buçuk yaşındayken, babam camide namaz kılarken onu, Van’dan gelirken ölümden kurtarıp besleyip büyüttüğü Yusuf adındaki oğulluğu yüreğinden bıçakladı. (….) Ben babamın camide, o, namaz kılarken yanındaydım, hançerlendiği akşamdan sonra, sabaha kadar yüreğim yanıyor, diye ağladım.”

Babasının gözleri önünde öldürülmesi büyük bir travma yaşatır Yaşar Kemal’e.


“Ardından da kekeme oldum ve on iki yaşıma kadar zor konuştum. Yalnız türkü söylerken kekemeliğim geçiyordu. Hiç kekelemiyordum. Kitap okurken de, okur yazar olduktan sonra hiç kekelemedim.”

Nihayet, göç tamamlanır. Kürtler’in birçoğu Antep, Urfa, Maraş, Diyarbakır hatta Ege kıyılarına yerleşirken ailesinin neden Çukurova’yı tercih ettiğini bilemez. Göç, Akdeniz’e kuşbakışı otuz kilometre uzaklıktaki Hemite köyünde son bulur. Yazarın “Ben Kilikya’nın bir köyünde doğdum.” dediği yer burasıdır.


“Köyüm Çukurova’nın karnına doğru yürümüş kayalık bir dağın koyağında. Kayalar çok mavi, çok mor… Önünden Ceyhan Irmağı akıyor. Koyağın günbatısındaki sivri kayalığın üstünde de bir ortaçağ kalesi var. Ceyhan Irmağı’nın ötesi Akdeniz’e kadar hep deniz gibi gözüken, mavileyen düz ova. (….) Benim doğduğum zaman köyüm altmış evlikti. Bu köyün halkı Türkmen’di. Ve buraya 1865’te yerleştirilmişti.”

Bazı kaynaklara göre 1923, bazılarına göre 1926 yılında doğar. Ama aslında bundan kendisi de çok emin değildir. Tam tarihini saptamaya çalışsa da elinde belge olmadığı için hep ikilemde kalmıştır.


“Nüfus kâğıdında 1926’da doğduğum yazılı. Yanlış olduğunu biliyorum. Sonradan uğraşarak doğum tarihimin 1923 olduğunu saptadım. Belki de tam tamına doğru değildir. Ama ne yapayım, yaşımı doğru saptayacak elimde hiçbir belge yok. Bir de köylüler yayladan geldiklerinde doğmuşum. Bizim Çukurovalılar o zamanlar yayladan ekim sonlarında dönerlerdi. Bu kesin.”

Sağ gözünü babası hayattayken kaybeder. O sırada üç buçuk yaşlarındadır ve çocuksu bir merakla babasının kendisi için kestirdiği kurbanları izlemektedir.


“… o yıl da kurbanlar evin avlusuna getirilmiş, koyunların ayakları bağlanmıştı. Halamın kocası da bir koyunu kesmiş karnını yarıyordu ki, bıçak deriden kaydı, ben karşısında duruyordum, bıçak benim sağ gözümün üstüne saplandı, o gözüm görmez oldu.”

Edebiyattan önce âşıklık serüveni başlar. Daha sekiz yaşında bölgedeki âşıklar gibi şiir söylemeye başlamış, ünü yakın köylerde yayılmıştır.


“Çıkardığım türküler ‘Âşık Kemal’ adıyla dillere düşmüştü. Bir gün köye Toroslar’dan iki gözden de yoksun Âşık Ali geldi. Onunla bir gece sabaha kadar çakıştık. Âşık beni çok sevdi. ‘Sen bu yaşta bu kadarsan sonunda Karacaoğlan gibi olacaksın,’ dedi. Bu beni çok mutlu etti. Büyük ustadan izin çıkmıştı.”

Yaşar Kemal’in okur yazarlığında âşıklığının çok önemli bir payı vardır. Bu sevgisi, daha on altı on yedi yaşlarında ağıtlar, destanlar, tekerlemeler ve masallar derlemesine sebep olduğu gibi onu okur yazar olmaya da itmiştir.


(Babasının koruyucusu Zala’nın eşkıya oğlunun öldürülmesi üzerine anlatıyor.)


“Ben acı haberi alır almaz uzun bir ağıt yaktım onun için. Anama da söyledim. Anam ilk olaraktan benim bu türkümü sevdi ve ses çıkarmadı. Onu yenmiştim. O kadar coşkuluydum ki, sabahleyin uyanınca ağıdı baştan sona unuttuğumu anladım. (….) Artık okula yazılacak, üç ayda okur yazar olacak, bir daha da söylediklerimi unutmayacaktım.”

İlkokuldan sonraki adım, eğitim hayatının son durağı olan ortaokuldur. Ama ailesi artık fakir düşmüştür. İlkokul öğretmeni ondaki yeteneği bildiği için köyün zenginlerinden para toplayarak okul için gerekli ihtiyaçlarını almıştır. Hatta liseyi bile okuyabilecektir bu parayla. Ama gururu, parayı almasına engel olur. O parayla da bir arkadaşı üniversiteyi bitirinceye kadar okur. Kendisiyse, kendi kazandığı parayla ortaokula başlar.


“Adana’da o yaz bir fabrikaya girdim. (….) Fabrikanın müdürü Aslan Bey almıştı beni oraya. Hiç kimseden herhangi bir yardım almadığımı biliyordu. (….) O yaz orada çalıştım. Kendime bir giyit, ayakkabılar ve bir de ortaokul kasketi aldım. (….) Yatacak yerim yoktu, fabrika müdürü Aslan Bey bana yatacak yer verdi fabrikada. Geceleri fabrikada çalışıyor, sonra da derslerimi yapıyor, fabrikadan her gün ortaokula gidiyordum.”


Bir yazarın belki de en temel özelliği gözlem yeteneğidir. Bu özellik daha o yaşlarda çok belirgindir Yaşar Kemal’de. Hatta kendisinin dile getirdiği gibi bir şeye gözünü dikip günlerce seyretmek çocukluk huylarındandır.


“Örneğin eve getirilmiş bir kilimi aylarca bıkmadan, usanmadan seyrettiğimi anımsıyorum. Çocukluğumda demircilerin ocakları, marangozların uğraşları da benim için arı seyretmek gibi bir şey olmuştur. Bu seyretme işim günlerce de sürüyordu. Sanki dünyayı, hiçbir şey yapmadan seyretmeye gelmiştim.”

Folklora, ağıtlara, destanlara ve doğaya müthiş bir merak duyduğu gibi hayvanlara da çok büyük bir sevgi besler. Ekin böcekleri, arılar, karıncalar dışında kuşlar, kartallar da sevgisinin ve ilgisinin odağıdır.


“Bir kezinde bir yaralı kartalı çocuklardan kaçırıp eve götürdüm, kartal kurşunu sağ kanadından yemişti. Hava Ana bizim köyde şifalı otlardan merhem yapan çok namlı bir ustaydı. (….) Gittim ona yalvardım, kuşumu iyi et, diye. İkimiz el ele verip kuşun kanadını sağalttık. Kuşun kanadını iyileştirmek için o kadar çok ot topladık, o kadar çok mersin çiçeği toplayıp kaynattık ki, kuşun kanadı iyi olmak zorunda kaldı.”

1950’li yıllar dünyada cadı avının başladığı yıllardır. Elbette ki bu durumun Türkiye’de de birçok sonucu olur. 17 yaşındaki Yaşar Kemal, 1950 Nisan’ında, Çukurova Komünist Partisi’nin kurucularından olduğu için tutuklanır. Önce Kadirli’de, ardından Kozan’da yatar ve işkence görür.


“Sabahleyin ayaklarım parçalanmış ve şişmişti. Hapishaneyle mahkeme arası epeyce uzun bir yoldu. Şişmiş ayaklarıma ayakkabılarımı giydim. Giydim ya, canımın yarısı da gitti. (….) Topallayarak merdivenlerden, ellerim kelepçeli indim ki, anam avluda bekliyor öbür akrabalarımla. İşte şimdi yandım, dedim içimden. Topallamamam gerek. Anam topalladığımı görürse her şeyi anlar, deli divane olur üzüntüsünden. Canımı dişime taktım, mahkemeye kadar yamru yumru, dişlerimi sıkarak, topallamadan yürüdüm ya, anamdan emdiğim süt de burnumdan geldi.”

Tutuklanmadan önce evi de aranır. Folklor derlemelerinin büyük bir kısmı kaybolur ve talan edilir. ‘Demir Çarık’ adlı uzunca bir romanı ve Ahmet Doğan adlı bir eşkıya hakkında yazdıkları da jandarmalara yem olur. İlk öykü kitabı Sarı Sıcak’ı ise kurtarmayı başarır.


“Yaşasın büyük Türk faşizmi! Sarı Sıcak, öteki yazılar nasıl kurtuldu, diyeceksiniz. Arzuhalciyim ya, daktilom var ya, yazıları daktiloya çekmeye başladım. Üçer kopya yazıyordum. Her kopyayı da bir arkadaşımın evine saklıyordum. İstanbul’a gelirken onları evlerden topladım. İşte Sarı Sıcak candarmanın elinden böylece kurtulmuş oldu.”

Polis takibi ve baskısıyla geçen yılların ardından artık Adana’da kalamayacağını anlar. Polis birçok işten atılmasına sebep olmuş, dikiş tutturabildiği işlerde de polise izini kaybettirdiği için kalabilmiştir. Arzuhalcilik yapma düşüncesiyle çıktığı İstanbul macerası da kısa sürede hüsranla sonuçlanır. Artık ne otelde kalacak, ne de karnını doyuracak parası vardır. Ama umudun ve direnmenin yazarı, yılmaz. Gülhane Parkı’nı kendine mesken tutar.


“Hani Gülhane Parkı’nın denize bakan yüzünde Topkapı Sarayı’nın büyük kapısı var ya, o kapının önünde de Çemberlitaş gibi upuzun bir sütun var, işte o kapıyı kendime mekân tuttum. Yağmurda falan, kapının da üstü azıcık da olsa kapalı, yatağımın ıslanma olasılığı yok. Yatağım da gazete kâğıtlarından kalın bir döşektir.”






Son parasıyla Galata Köprüsü’nden aldığı üç olta, açlığını ve evsizliğini bir eğlenceye dönüştürür. İlk kez on yedi yaşında tanıştığı deniz şimdi hem çamaşırhanesidir, hem hamamı, hem de ekmek kapısı.


“Oltalarımı aldım, Sarayburnu’na geçtim, bir kayanın üstüne oturdum, oltamı denize attım. Vay anam, ilk günün bereketi de ne bereketmiş. İki üç kilo balığı tuttum birkaç saatte. (….) Keyfime diyecek yok. Her gün balığa iniyorum kıyıya, balığın bir kısmını temizleyip yiyorum, kovadaki oynar oynar balıklarımı da götürüp köprüde satıyorum.”

Ve gün gelir, işler tam da umduğu gibi gitmeye başlar. Çeşitli tanıdıkların aracılığıyla “Bebek” adlı öyküsü Cumhuriyet’in o zamanki yöneticisi ve başyazarı Nadir Nadi’ye ulaşır. Nadir, hem dilinin zenginliğine hayran kaldığı öyküyü gazetede tefrika edeceğini söyler, hem de kendisine gazete için röportajlar yapmasını önerir. İlk röportajı, Türkiye’nin ve insanlığın kültür mirasına Van Gölü’ndeki Akdamar Kilisesi’ni armağan eder.


“Van’a geldik. Cumhuriyet’e telefonu açtık. (….) Birkaç saat sonra Nadir Bey karşımdaydı. (….) Üzülmeyin, dedi. Avni Bey bu işi halleder. (Dönemin Milli eğitim Bakanı Avni Başman) (….) Avni Başman valiye yıkımı durdurmaları için telgraf çekmiş. Akdamar Kilisesi’nin kurtuluş günü 25 Haziran 1951 günüdür.”

Artık İnce Memed’i yazma zamanıdır. Yıllar yılı kafasının içinde gezdirip durduğu ve ezberlediği romanı kâğıda dökülecektir. Bunu için gazetesinden izin alır ve Tuna’dan kopan buzların İstanbul Boğazı’nı tıkadığı ve insanların yürüyerek Boğaz’ı geçtiği 1953 yılında romanını kısa bir sürede bitirir.


“1953 yılının o dehşet, görülmemiş kışı başlamasın mı? Bizde küçük çini sobadan başka bir şey yok. (….) Ben de Erzurum’dan aldığım kalın eldivenler elimde İnce Memed’i yazmaya çalışıyorum. Arada sırada biraz odun bulursak evde düğün bayram. (….) Bu karda kıyamette, buz gibi evde ben üç ayda İnce Memed’i bitirdim.”

Öncesinde birçok kitap okuduğu halde ilk etkilendiği kitap Don Kişot’tur. Daha önce bölümler okumuştur kitaptan. Ama tamamını okuyunca onda yepyeni ve bambaşka bir dünya bulur.


“Günlerce etkisinde kaldım. Cervantes bana bütün insanlığımı, yüreğimde sakladığım birçok gizi açıklamıştı. Bir karanlığa gömülmüş, sonra içimde bir yücelme olmuştu.”

Yaşamak için yazan değil, yazmak için yaşayan bir yazardır Yaşar Kemal. Bu sebeple birçok işe girip çıkar. Ve bu işlerden edindiği her deneyim yazarlığına büyük katkıda bulunur.


“Kendimi bildim bileli hep yazmak istedim. Her şey onun üstünde döndü. Yaşamımı kazanmak için pirinç tarlalarında su bekçiliğinden, traktör şoförlüğünden, öğretmen vekilliğine kadar, öğretmen vekilliğinden, pamuk toplayıcılığına, oradan batöz ırgatlığına, biçerdöver sürücülüğüne, tabelacılığa kadar çok işe girdim çıktım yaşamımı sağlamak için, ama tek amacım yazmaktı.”

Zamanla artık büyük bir yazar olsa da kendi adıyla yayımlamaktan kaçınır eserlerini. Polisin kendisini baskıyla işinden attırmaması için adını değiştirmiştir zamanında. Kemal Sadık Gökçeli, Yaşar Kemal olmuştur. Zira, polis kimliğini öğrendiğinde gazetesine baskı yapmıştır ama yönetimin arka çıkması sonucu işinin başında kalmıştır. Yıllar sonra en büyük acısının adıyla ilgili olduğunu söyler.


“…insanlara yalan söyledim, adımı değiştirerek kendimi sakladım. Yaşamımda bunun kadar ağırıma giden bir şey olmadı. Benim Kemal Sadık Gökçeli olduğumu bir Abidin Dino, bir Arif Dino, bir de romancı arkadaşım Orhan Kemal biliyordu. Ortaokuldaki Türkçe öğretmenimle karşılaştım bir gün Adana’da. Yahu Kemal, dedi bana, çok iyi bir yazar var Cumhuriyet’te kimdir acaba? Yaşar Kemal’i övdü. Ona bile o yazarın ben olduğumu söyleyemedim.”

Otuza yakın roman yazmasına rağmen hayatı boyunca hep romanlarla doludur kafasının içi. Hani yazmak değildir de derdi, aklında daima kendisini meşgul eden bir şeylerin olmasıdır. Yazmamanın bir yolu olsa bunu bile yapmaya razıdır. Yeter ki romanlarıyla birlikte yaşamayı sürdürebilsin.


“Belki kırk yıldır kafamda olanlar var. Yirmi yıldır, on beş yıldır kafamda olanlar var. Her romanımı da on beş yirmi yıl kafamda sakladıktan sonradır ki, ancak yazmaya razı olmuşumdur. Dört ciltlik İnce Memed otuz dokuz yıl sürdü. (….) Bunları içimde taşımam benim için bir düş sarhoşluğu olacak, bu tavrıma doğrusu bir ad koyamıyorum.”

Hayata karşı duruşu hep adalet kavramı üzerinden olmuştur. Bu yüzden Sosyalizm’i benimsemiştir. Bu yüzden yoksulluğun sadece yoksulun değil insanlığın sorunu olduğunu söylemiştir. Bu yüzdendir herkesi karşı koymaya ve direnmeye çağırması. Çünkü içinde çocukluğunu geçirdiği Çukurova’daki eşkıyaların kanı vardır. Hani “Ferman padişahın, dağlar bizimdir.” diyen.


“Kendimi, hiçbir zaman bir kahraman, özveride bulunan, ötekilerden bir ayrıcalığı olan bir insan saymadım. Çok yumuşak huylu bir insanım. Çok da yürekli bir insan olmadığımı biliyorum. Ama, karşı koymaktan başka elimden bir şey gelmiyor. (….) Başka bir umarım yok ki… Bir insanın kendisine azıcık saygısı varsa, yöresinde olan kötülüklere karşı koymadan edebilir mi?”

Bu yüzdendir belki de romanlarını oturarak değil de ayakta yazması. Her fikrini ormanlarda, kumsallarda, deniz ve göl kenarlarında saatlerce yürüyerek geliştirmesi. Çünkü o da tıpkı karakterleri gibi korkunun ve korktuklarının üzerine yürür. İnsanlığa eğer mutluluk gelecekse önce herkes kendi korkularıyla yüzleşmelidir ki o noktada dünyayı değiştirecek yaratıcı güç ortaya çıksın.


“Ben hep korkunun, korktuklarımın üzerine yürürüm. Bu, benim huyumdur sanıyordum. Sonra öğrendim ki, çok insanın da huyuymuş. Yaratıcılığın kaynağına doğru, ondan beri de neye rast gelirsek… Yeni Sofokles’lere, yeni Cervantes’lere, yeni Moliere, yeni Shakespeare’lere. O zaman dünyamız daha mutlu olacak.”

Yeni bir Yaşar Kemal olmayacak. Ama onun yazdıklarını okuyarak korkusunun üstüne yürüyen ve hayatını değiştiren nice insanlar olacak. Hoşça kal Yaşar Kemal. Bizim yolumuzu aydınlattığın gibi senin de yolun her daim aydınlık olsun.

Yazı: Erkut Özal

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.