Erinç Büyükaşık, yıllarını edebiyata adamış bir eğitimci. 1998’den itibaren pek çok kitabı, öyküleri, masalları ve romanları yayınlandı. Hikayelerini coğrafyaların aynası kimlikler üzerine kuran yazar, aynı zamanda bir edebiyat aktivisti. Kurduğu ve yürüttüğü edebiyatkolektifi.net platformu ile hem iyi edebiyatı okura ulaştırmaya, hem de yazarlara alan tutmaya devam ediyor.
Edebiyat Kolektifi, yakın zamanda bir “Mor Sayfalar” kısmı oluşturdu, burada kadınların dilinden, yaşamlarından öykülere yer verilecek, her kesimden kadın yazarın eserlerine de açık. Birbirimizden ve hikayelerimizden ilham alabildiğimiz bir dünyanın hayaliyle, Erinç Büyükaşık’la eserlerini ve Edebiyat Kolektifi’ni konuştuk.
Son yayınlanan kitabın “Tragedyayı Oynarken”, güncel meselelere de değinen bir roman. Bize onu nasıl anlatırsın? Kimleri anlattın bu romanda, kimlere seslendin?
Öyküyle başlayan bir süreç var aslında. Öyküde ne anlatmak istediysem ya da kahramanlarımı hangi yansımalar, kırılmalar ya da çelişkiler üzerine inşa ettiysem, aslında romanda benzer bir tabloyla karşı karşıyaydım. Bu açıdan bakıldığında öyküyü tanıma yolculuğuyla başlayan ve romana doğru yol alan bir uzun bir süreç var.
İlk öykü kitabım 98'de basıldı, ondan sonra düzenli olarak aslında hem öykü okumaları, hem edebiyat yazıları, metin çözümlemeleri yazarken aslında öykünün izlek, plan, teknik unsurlarını da gözeten metinler yazma çabam başladı, bu da zaten öykücülük sürecini de başlattı.
Roman da aslında benim yolculuğumda öykünün daha uzun erimli serüveni gibi, farklı öyküleri bir ortak izlek üzerinden birleştiren bir roman yazma deneyimim oluştu. “Murat K.’nın Çoğul Tarihi” ile başlayan bir yolculuk diyelim buna; sonrasında Tragedya’yı Oynarken ortaya çıktı.
Şubat depremleri zamanında bu öyküleri zaten yazıyor muydun, yoksa böyle bir niyetin vardı da deprem olunca…
Depremden önce bir kent öyküsü düşünüyordum, aslında geçmişe köklere ait bir öykü yazmayı düşünüyordum, ki yazdım da. Bu kökler dediğim, benim özellikle Hatay üzerine kurulu olan, Hatay’ı o çok kültürlü çok kimlikli dokusu ve taşra eksenli öykülerin izinden giden bir şey.
Fakat özellikle depremden sonra kentlerin yaşadığı yıkım, sadece binalar evler yapılar düzeyinde olmadı. Hayatlar düzeyinde oldu. Toparlanamayan, travmalarını artık süreğenleştiren, sürekli o “tragedya”yı oynayan ve bunu bilinçli bir şekilde oynamaya başlayan, çünkü artık o tragedyanın dışına çıkamayan… İş artık bir kara komediye dönüşmeye başladı çünkü. Tragedyayı yaşayanlar var, okuyanlar, oynatanlar ve kurulu bir sistem, bu sistem oradaki birçok travmaya, insanların günlerce imdat çığlıklarına kulak vermemeyi tercih etti ve unutulmuş bir kent olarak kaldı aslında Hatay. Adıyaman, Maraş ve bütün kentler aslında kadınlar, erkekler ve çocuklar için deprem sonrasında bir yığın toplumsal felaketin de, travmanın da çıkışsızlığın da alametleri gibiydi. Fakat Hatay’ın özel bir koşulu oldu: Hatay unutulmaya çalışıldı sanki.
Depremi en keskin hatlarıyla ve en büyük açmazıyla yaşayan, yok olan, kültürüyle yok olan, geçmişiyle yok olan, o çok kimlikli dokusuyla adeta toprak altında kalan, enkaz altında kalan bir şehirken, insan öykülerini yazma gerekliliği duydum. Tragedyayı Oynarken de tam da bu insan öykülerinden oluştu. Buna esin kaynağı olan aile öykülerim de var. Sonuçta akrabalarımın birçoğu aslında bire bir tanıklıklar içinde olduğu bir depremde, kendi ailemden abimin evinin ağır hasarlı olduğunu öğrendiğim an, onların uzun bir yolculuğa çıkıp İzmir'e dönüş hikayesine de ben tanık oldum. Bir gün boyunca o insanlara ulaşamadım. Gerçekten, başlarına ne geldi?
Orada olup da bu felaketi yaşayan insanlar kadar, orada olmayıp da bu felaketi yaşayan insanlar da vardı tabii ki.
Başında dışarıdan felaketi yaşamak sanki şımarıkça bir tavırmış gibi görülüyor. Bir açıdan bakıldığında, kendi konfor alanınızın dışına çıkmadan felaketi tanımlıyorsunuz.
Ama hiç de azımsanacak iş değil aslında, çok büyük bir korku, endişe var orada.
Evet, ekranda gördüğün gerçeklik zaten yıkılmış şehirlerin ve yıkılmış hayatların, çadırlara aylarca mahkum kalmış insanların, susuz kalmış şehirlerin de hikayesini ele veriyor.
Depremde hepimiz birçok hikayeye şahit olduk, senin de biraz daha yakından şahit olduğun hikayeler olmuş ne yazık ki. Bunlar seni nasıl etkiledi ve romanı nasıl besledi?
Bazı açılardan, benim için taşra eleştirel bir konumda bulunuyor. Hatay, turistik bir cazibe merkezi, mutfak kültürü ve genel kültürü ile nostaljik bir hale dönüştürülmüş olsa da, orada bugün yaşanan birçok ailevi travma mevcut. Bu travmaların büyük bir kısmı Suriye savaşı, göç, uyumsuzluklar ve nüfus değişiklikleriyle belirleniyor. Ayrıca kent dokusunda yaşanan sorunlar ve Kürt konusundaki çatışmalara dair elemanlar da bulunuyor. Hatay, yükselen bir ırkçılığın altında eziliyor.
Ancak, göçmen karşıtlığı her zaman düşündüğümüz kadar güçlü olmadı; daha uyumlu bir toplumduk. Deprem sonrası mağdurların sayısı arttı ve bu mağdurlar arasında hem kentin eski sakinleri hem de sonradan gelenler bulunuyor. Son Hatay ziyaretimde, Antakya ve çevresinde göçmenler için oluşturulmuş gettoları gözlemledim. Depremin hikayesi bir roman konusu oldu, ve bu romanda değişik karakterlerin payları vardı; örneğin, enkaz altında kalan bir Suriyeli, bir Türk ve bir Hristiyan'ın kurtulma mücadelesini anlatmayı seçtim. Ancak romanın temel konusu biraz farklıydı; ülkeden uzaklaşmış, ülkeye olan duygusal bağını kaybetmiş, Berlin’e yerleşen bir kahramanın perspektifinden anlatılıyordu. Kahramanın babasının Alzheimer hastalığı sürecine duyarsız kalamayışı ve depremle yüzleşmesi arasında bir paralellik bulunuyor. Bellek, unutma, anılarla başa çıkmak ve bu anılardan yeni bir gelecek inşa etmek temaları ön plana çıkıyor. Sosyal medyada ve diğer mecralarda Hatay'da yaşayan birçok insanın, özellikle yeniden doğma konseptini benimsediklerini ve şehre olan bağlılıklarını sürdürdüklerini gözlemliyorum. Bazıları, İzmir, Ankara, Konya veya İstanbul gibi farklı şehirlerde yaşamanın yükümlülüklerini taşıyor. Bu metin, depremi bizzat yaşamamış veya yerlisi olmaktan uzaklaşmış bir kişinin tanıklıkları üzerinden bir toplumsal ve kültürel travmayı, kentin belleğini ele alıyor.
Peki senin için nasıl bir süreçti? Bu bir yüzleşmeydi, sonuçta bir hikayeyle, bir trajediyle yüzleşmek büyük iş. Senin için içsel yolculuğunda nasıl etkisi olduğunu merak ediyorum.
Kente yeniden gidemedim. Bugünlerde özellikle kafamdan geçen bir Hatay yolculuğu var. Ama bu yolculuğu kurgularken hep korktuğum bir şey de var, benim de aslında unutmak ile anılarla ve belleğime ilgili bir derdim var orada. Çünkü o şehir benim zihnimdeki şehir değil artık.
Senin zihninde nasıl bir şehirdi Hatay?
Aslında pek nostaljik biri değilim. Ancak abimle gerçekleştirdiğim dertleşmelerde ve konuşmalarda, özellikle onun tanık olduğu anılar sayesinde, geçmişi daha canlı bir şekilde görebildim. Abimin şu sözlerini hatırlıyorum: "Yaz aylarında Harbiye'de bir dükkan bulup, oradaki tatlıcılarda tatlı alırdık, hatırlıyor musun?" Hatay'a her gittiğimizde mutlaka o tatlıcıları ziyaret ederdik. O bölgede iki katlı binalar bulunurdu, ancak şimdi hepsi yıkılmış durumda. Belleğin ve anıların silinmesi... Son ziyaretimde benzer manzaralarla karşılaştım. Zihnimde canlandırdığım eski Antakya sokaklarını gezerken, birlikte bir boğma rakı akşamı planladığımız evin aslında yıkılmış olduğunu öğrendik. Tüm bu deneyimler, insanın belleğiyle olan ilişkisini sorgulatıyor bana. Şu an belki o şehrin dışında yaşıyor olabilirim. Yirmi yıldır belki de şehirden uzak bir hayat sürüyorum ama benim de o şehirle ilgili anılarım var. Kaybettiğimiz geçmiş, çocukluk anıları... En azından bu kayıpların getirdiği hüznü içimde taşıyan biriyim. Şehre geri döndüğümde çocukluğumdan ne kaldığını ve hangi anıların hâlâ ayakta olduğunu görmek istiyorum.
Bunların romana nasıl yansıdığını çok derli toplu anlattın, daha önceki kitaplarımda da söz etmiştin bundan: Kimlikler. Coğrafyanın üzerindeki, onun aynası olan kimlikler. Senin en çok ilgini çeken yerlerden biri diyebilir miyiz bunun için?
Öykü yolculuğunda öteki meselesini çok merkeze aldığımı, hatta bu konuda belki de çok fazla büyüttüğüm, değiştirdiğim bir mesele gibi önce kendimi de yargıladığı düşünmüştüm bir dönemdeyim. Fakat bu meselenin öykü gibi, yaşadığımız coğrafya gibi adeta ikiye bölünmüş ve paramparça olmuş kimliklerden oluştuğu gerçeğini yok etmediğini gördüğümde, bu kimliklerin kadınlık, erkeklik, LGBT bireylerin yaşadığı mağduriyet, politik dilin LGBT bireyler üzerinde kurduğu tahakküm ve bunu bir siyaset aracı haline dönüştürmesi, bu tahakküm üzerinden sürekli ve sürekli bu mekanizmayı üretmesi… Toplumda bir ahlak bekçiliği üzerinden gösterilen bu ikiyüzlülüğün aslında arkasında işte cemaatler de, tarikatlar da, tacize uğrayan çocukların, kadınların öykülerinin de olması…
Aynı zamanda edebiyatkolektifi.net sitesinde yayınlar düzenliyorsun, burada da ötekinin sesine yer verdiğinizi anlatmıştın daha önce. Kadın+’ların sesine nasıl yer açmayı düşünüyorsunuz?
Edebiyat Kolektifi zaten kadın ağırlıklı bir ekipten oluşuyor. Kadın yazarlar için de daima bir alanı vardı, şimdi Mor Sayfalar adı altında bu seslerin özellikle duyulmasını sağlıyoruz.
YORUMLAR