“Üzgünüm, çocuğunuz başaramayacak.”

Bu cümle, bir kenarda dursun. Yankılandıysa eğer, yankılarıyla kalalım biraz… Bir nevi egzersiz olsun.


Sömestr bitti ve etkinlikler, atölyeler haftası, yerini bir sonraki ara tatilin hazırlıklarına bıraktı. Etkinlik merkezleri, atölyeler yeni dönem için planlama yapmadan önce bir süre yorgunluk atmaya çekilecek, hazırlık yapacak. İyi ki de varlar! Anne babalar da bir sonraki ara tatile kadar okul, kurs ve hafta sonu ekseninde yaşamlarına devam edecek. Yetişkinler dünyasında durum böyle…


Çocuklar…


Doğduğu andan itibaren görme duyusu yavaş yavaş gelişen, dokunma duyusu doyurulmaya muhtaç, annesinin sesiyle birlikte klasik müziğin çeşitleri hücrelerine dokunmuş, sinir sistemine neyin ne kadar etkisinin olduğu yeni yeni keşfedilen, farklı dokularda binbir oyuncakla uyaranlar almış halde büyüyen yavru insanlar… Doğal ihtiyaçları oyun gruplarıyla, yapılandırılmış ortamlarla giderilmeye çalışılmış veya doğal ihtiyaçları gözetilmeden bu ortamlara koşturulmuş çocuklar… Zamanın gereği haline gelmiş şekilde… Kimi toprağa dokunmadan çocukluk yaşayan, kimi de televizyona veya aşırı ebeveynliğe maruz kalarak büyüyen ve kendi keşif duygusu, salınımları ketlenen çocuklar… “Keşif ve macera” parkurlarında bazen istemeden kask takıp tırmanmaya zorlanan ama gördüğü bir şeyi beş dakika eline almasına, incelemesine, belki koklamasına izin verilmeyen çocuklar. Çünkü zaman az, hemen gitmek gerek… Her uçtan, her tarzdan, çeşit çeşit muamele gören çocuklar…


Çocuklarımızla bir gün içinde çok şey yapıyoruz. Çok şey… Peki, çocuklarımızı ne kadar gözlemliyoruz? Çocuğumuzda gördüğümüz çocukla ne kadar birlikte kalabiliyoruz? Çocuğumuzun çocukluğu, çocuk oluşu, hayatın içinde nasıl varlık gösterdiğine ne kadar dikkat kesiliyoruz? Hatta onun çocukluğuna ne kadar tahammül ediyoruz? Çocuğun o anki serbest hali ile ne kadar birlikte kalabiliyoruz? Bir şeye yönlendirmeden, durdurmadan, düzeltmeden, her şeyi açıklamadan…


Olmasını istediğimiz yetişkin olması için ya da olmasını istediğimiz çocuk olması için, olduğu çocuk olmasına bazen izin vermediğimiz çocuklar…


Eski nesle eleştiri okları yöneltirken, yeni nesil ebeveynlik gelecekteki yetişkinlere nasıl ebeveynlik yapıyor?


Kendine zaman ayırmaktan yıllardır bahsediyoruz, en büyük ihtiyacımız haline geldi. Çocuğun kendine ait bir zamanı var mı acaba? Ebeveynliğin en büyük sorumluluklarından biri, en değerli şey olan zamana çocuk nezdinde eşlik etmek olabilir mi? Zaman akıp giden ama bir o kadar da içinde durdukça, hissettikçe çoğalan, kaba sığmaz bir şeyken… Çocuğun elindeki en değerli şey olan zamanı yaşayışına fırsat tanımak, alan tutmak en büyük ebeveynlik pratiği olabilir…


“Hadi” demeden, kendi zamanında ayakkabı giymesini gözlemleyebilmek…

“Yapabilirsin” demeden kendi kendine deneyip yanılmasına izin vermek, istememe hakkı tanımak…

“Sen de yap, bak o yapıyor” demeden, onun içinden gelenleri dengeli bir şekilde karşılamak…


“Yaşayacak mı doktor bey?” sahnesi geliyor gözümün önüne. Yaşayabilecek mi bu çocuk? Etkinlik atölyesinden çıktığında ne ortaya koyduğu, kalemini arkadaşıyla paylaşıp paylaşmadığı, öğretmenine merhaba deyip demediği değil, sadece o deneyimi yaşamasıyla ilgilenecek mi annesi ve babası?


Trafikte, sınav haftası gelmeden, iki etkinlik arası, koşturmalar arasında gittiği o sanat çalışmasında çocuk bir ifade alanı bulabilecek mi? O alanı açan kişi ile araya hiçbir yetişkin girmeden bir ilişki kurabilecek, bu ilişkiyi kurma biçimiyle yargılanmadan serbestçe akabilecek mi?


Kendisini dışarıda bekleyen ebeveynine özgün bir eser sunması gerekmeden sadece kile, çamura, boyaya bulanabilecek mi? Annesi –babası apartmanlar arasındaki arsalarda, bahçelerde top oynayarak, seksek oynayarak büyüyen ama kendisi hiçbir şeyden eksik kalmadan büyüme “şansına” erişmiş olan çocuk… Sadece hoplayıp zıplayarak, bir dal parçası ile toprakta yol kazıyarak oyun kurduğu günler hatırlayacak mı?


“Çocuğunuza aylar boyunca hiçbir kursa katılmayacağı bir dönem reçete ediyorum.” diyen çıksa keşke. Biz de uygulasak. Uzmanlar böyle diyor diye…


Belki de çocuklara sorsak, ne yapmak isterdin diye?


Zihnimde sorular böyle peş peşe yankılanmaya başladığında, kendime bir süre boşluk tanımaya karar veriyorum. İsyankâr görünüyor bu halim. Bir isyan varsa, o da zamanın ruhuna aslında. Sonra bir adım dışarıdan bakıyorum kendime. Bunları yazarken, kendime haksızlık etmekten de imtina ediyorum. Kendi ebeveynliğimi şefkatle gözlemlemeye başlıyorum. Dışarıdan bakmaya bir adım daha…


Her şeye isyan eden bir ebeveynlik şu handikaba düşebilir; “En doğrusu benim ebeveynliğim” deme tuzağına… İşte bu zaten her anne-baba adayının girebileceği tali yollardan biri “Çocuğum olunca bunları yapacağım, bunları yapmayacağım” demek... Bu tali yollar zaman içinde dallanıp budaklanıyor ve insan kendi zihni içinde neredeyse kayboluyor. Bir noktada durmak, kendi gerçekliğini gözden geçirmek, çocuğunla beraber doğduğun hayatın koşullarına teker teker bakmak, merkeze gelmek gerek. Bir nevi ebeveynlik meditasyonu sanki…


Bir isyan varsa, o da zamanın ruhuna. Ama ben de bu zamana gelmiş ruhlardan biri olarak kendimi ortaya koyuyorum. Soru sormak, elimi taşın altına koymak için attığım ilk adım. Ardından kendi ebeveynliğime bakarak zamanın gerekleri arasında denge bulmaya çalışıyorum. Ben de bu zamanın bir parçasıyım, çocuklarım da. Öte yandan, zaman akarken “gerekler” denilen şeylere dahil olanlardan biri de ben olacağım. Demek ki zamanın kurbanı, sonsuza dek mağduru falan değiliz, yeninin hamurunu biz karacağız. Çocuklarımıza daha fazla soru sorarak, cevapları sadece dinleyerek… Bir süre cevaplarla kalarak…


Senem Tahmaz

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.