Çocuk kitapları resmetmeye varan hikayen nasıl başladı?

Okulda bütün defterlerimin kenarları, köşeleri hep resimle dolu olurdu. Öğretmenin anlattıklarını mecburen not tutuyordum ama kenarlara hep bir şeyler çizerdim. Bir sayfada boşluk göremezdiniz. Her dönem sonunda yedi-sekizden aşağı zayıfım yoktu. Resim notum 10’du. Müzik notum 10’du. Benim için yeterliydi çünkü ben bunun için vardım. Bunu ben çok iyi biliyordum. Okula her sabah resim yapmaya gidiyordum. Resim dersinde başkalarının resimlerini de zevkle yapıyordum. Ve ben buna dair asla pes etmedim. Kendim olmayı bırakmadım. Okulun beni törpülemesine hiçbir zaman izin vermedim. Okuldan çıktık, bu sefer de üniversite hayatı başladı. Tutturdular “Dershaneye gideceksin” diye… “Ben resim yapmak istiyorum. Benim dershanede ne işim var? Neden dershaneye gideyim ki?” desem de sistem gereği gitmek zorundaydım.


Resim yapacağınız yere yani akademiye de dershane üzerinden gitmeniz gerekiyor, değil mi?

Evet, oradan ulaşmam gerekiyordu. Mecbur bu sınavları geçecektim ki bu hayatta resim yapmaya devam edebileyim… Yoksa ben ne kadar güzel de yapsam bir hiç sayılacaktım, bu sefer de “alaylı” diyeceklerdi. Alaylı olsam da iş hayatına katıldığımda benden üniversite diploması ve CV istiyorlar. Üniversite adını da reklam olarak kullanıyorlar.


Hayatım boyunca bu sınavları aşmak zorunda kaldım. Hiç de pes etmedim. Yıllarca, yedi-sekiz zayıfla liseyi bitirdim. Ama üniversite sınavında hayatımda ilk defa ders çalışmak zorunda kaldım. Çalışmak da demeyelim ama ezberledim. O zaman dersleri resim gibi düşündüm. Her şeyi bütün bir hikâye gibi düşündüm. O zaman sistem biraz daha kolaydı. Barajı aşıp geçtim. Ondan sonra tekrar resim kursuna gittim ve üniversiteyi hemen kazandım, okuma işinden kurtuldum.


Resim kursu ne veriyor? Sisteme mi hazırlıyor? Dershanenin bir versiyonu mu?

Resim kursu sisteme hazırlıyor. Giriş sınavı için tabi ki ön koşul. Çünkü sınavda yine onların dediğini yapıyorsun. Özgürlüğe en sonunda kavuşabiliyorsun, üniversiteye girdiğin an… Ondan sonra biraz serbest bırakıyorlar. Hatta belki orada bile değil. Bu, biraz da okuluna bağlı. Okullar bu konuda birbirinden farklı.


Mesela bir okulda nü çizemezsin. Nü çizemeyen insan hiçbir şey çizemez, bunu net söyleyeyim. Her şeyin temeli çıplaklıktır, saf halidir. Anatomik yapıyı bilmek gerekir. Örneğin şu an masada önümüzde duran kahve bardağı çıplak. Ben bu kahve bardağını kağıtla kaplarsam bu bardağı çizebilir misin? Bu bir bardak mı olur? Nü çizmezsem kıyafetli bir insanı da çizemem. Kemik yapısını bilmem lazım. “Peçeteyle kaplı bir bardak” deriz ancak…


Şimdi ben bu bardağı çizerken anatomik altyapısını bildiğim için çizimde onu peçeteyle de kaplarım, her türlü şekilde kaplarım. Bardak olduğunu da anlarsın. Nü çizmezsen, bir şeyi ezbere çizersin, üç boyut çizemezsin.


Çıplaklıktan kastım tabi ki çıplak olmak değil, anatomik yapıyı kastediyorum. İster şişman ister zayıf olsun, olduğu haliyle çizebilmek için nü çizmek gerekiyor. Dört yıl boyunca günde dört saat nü çizdiğimi hatırlıyorum.


“Tıpkı hayat gibi, silmekten korkmayın”



Kaç yıl boyunca, toplam kaç saatlik bir pratik…

İnanılmaz... Ama öncesinde tabi ki gittiğin kurs ve hocanın sana ve verdiği de önemli. Dersleri bir heykeltıraştan almıştım. Heykeltıraşlık daha da zor bir şeydir. Hocamız neredeyse canımızı çıkarıyordu. Tabi o zamanlar isyan ettiğim de oluyordu. Çok sınırlanmak istemiyorsun. Erkenden artistik havalara giriliyor biraz ama tabi mesele o değil. Disiplin, sanatta da şart. Sporda, müzikte, disiplin şart. Sonrasında özgürleşebiliyorsun. Ama bunu bir fizik, mat ve fen gibi bölümler için söyleyemem. Sanatçılar için bu şart. Disiplin önemli. Sonrasında zaten bittiğinde her şey, kendiliğinden yağmur gibi yağıyor ve sen o sıkıntıyı neden çektiğini günün sonunda anlıyorsun. Şimdi bu kadar disiplinliysem, bir kâğıdın kırışmasından çok rahatsız oluyorsam, bu, hocanın bize kattıklarındandır.


“Silmekten asla korkmayın”

Yüz kere çizip silerdik. Hoca “silmekten korkmayın” derdi, tıpkı hayat gibi. Örneğin çizmişim, gösteriyorum, benim için bitmiş ama hocam “Hayır olmamış, ver silgini” derdi ve bütün deseni silerdi. “Baştan çiz” derdi. Belki de olmuştu ama baştan çizdiriyordu bize. “Silmekten asla korkmayacaksınız” derdi.


Peki bunun ne katkısı oldu?

Katkısı hayata da oldu, her şeye oldu. Müthiş bir özgüven oluşturuyor.


“Tekrar çizebilirim, o bilgi bende” özgüveni gibi bir şey mi?

Tabi. “İyi bak” derdi. Ben sonra onu hayata da uyguladım. “İyi bak. Silmen gerekeni silebilirsin.” Hepimiz bir şeyleri tutuyoruz, silmiyoruz. Silmek tabi ki kolay değil. Silmek aslında çok zor bir şeydir. Hocamız hemen silerdi. Olmuşsa, çok benzemişse bile sildiğini hatırlarım. Aslında olmuş bir şey, çok benzemiş, silmeye gerek yok, başka kâğıt çıkarıp bir daha çizilebilir ama hoca onu sildirir, ortadan kaldırırdı. “Bir daha çiz” derdi. Kâğıdı tertemiz yapar, “bir daha çiz” derdi. Zoruma gittiği zamanlar tabi ki çok oldu ama sonradan baktım ki müthiş bir şeymiş, bana çok şey katmış.


“Silebilmek”

Aslında birçok şeye tekabül ediyor.


Aslında hayatın her yerine uyguluyorsun, sana işliyor, değil mi? Sanatçı olmak biraz da budur diyebilir miyiz? Bir çizim işi de olabilir, başka bir iş de olabilir.

Evet evet, aslında hiçbir şeyi kayırmamak, Elbette bunlar çok kişisel şeyler. Yaptığın alanla ilgili de… Ama söz konusu kişi bensem, o işe -çocuk kitabı resimlemek işine- ben seçilmişken ben başka bakabilirim. Bu böyle. Bazı temel şeyler tabi var. Anatomik yapıya bakarım. Olmamış bir desene ‘olmuş’ demem ama olup olamayacağını görürüm. Bu biraz da illüstratör olmakla ilgili.


Peki, güzel sanatlarda okumak isteyen birisi hangi alanı isteyeceğine nasıl karar verebilir?

Aslında bu çok içsel bir şey. Çünkü fotoğrafta uzmanlaşarak da grafik tasarımdan da mezun olabilirsin, tamamen grafik tasarım üzerine de uzmanlaşabilirsin. Birçok branş var. Üniversitenin sonuna doğru branşlaşma oluyor. Ben illüstratör olmayı seçtim. Desen çizmeyi de çok seviyordum. Ben ilk günden beri “çocuk kitapları çizeceğim” dedim ve öyle devam ettim. Bu çizgimi hiç bozmadım. On altı-on yedi yıldır hiç durmadan çiziyorum.


“Ben illüstratör olmak istiyorum” değil, “ben çocuk kitapları çizeceğim” diyerek yola çıktın ve bunun aslında bir illüstrasyon işi olduğunu öğrenmiş oldun, değil mi?

Ben kendimi serbest bıraktım. Fotoğraf da çekebilir, logo da yapabilirim ama hiçbiri bana kitap resimlemek kadar zevk vermedi, vermez. Onları da yapabilirim tabi.


“O çocuk olabiliyorsam çiziyorum”



Bu kadar zevk almanın sebebi ne olabilir?

Daha dün bir yayıneviyle görüştüm fakat yazıya bir türlü giremedim. Yayınevine bunu, o kitabın içine giremediğimi açıkça söyledim. Diğer çizerleri ben bilemem, arkadaşlarım hakkında bir şey söyleyemem ama ben yazıya giremezsem sadece para için bu işi asla yapamam. Kitabın ruhuna giremezsem – ki ya yazıda bir şey vardır ya başka bir şey- yapamam. Okurken ben o hikâyeye girebilmiş miyim, ben o çocuk olabilir miyim diye bakıyorum. Bende böyle bir durum var. Bir şey çizmeye başladığımda, orada kaç çocuk olduğu fark etmeksizin anında bir ruh yaratıp içine giriyorum. O anda hiçbir şey duymuyorum. Çizerken, örneğin çocuk gülüyorsa kendimi de gülerken buluyorum. Karşılıklı gülüyoruz. Kendimi öyle yakaladığım çok oluyor. Çocuk mutsuzsa, bakıyorum ki ben de mutsuzum. İkimiz bir bütün oluyoruz o anda. Birçok kişiden bunu duyuyorum. “Senin çizimlerinde hep bir şey var, baktığımızda hep gülüyoruz.” Hatta bir arkadaşım, dergide görüp henüz çizerini görmeden çizimimi tanıdığını söyledi. Çocukların yüzünde bir ruh var. Demek ki o ruha girebilmişim.


Peki bu, “çocuk Esin” olabilir mi?

Belki de. Çocuk Esin'in ruhu olabilir. İçimdeki büyümemiş çocuk olabilir, bilemiyorum.


Bunu doğrudan sordum ama yine profesyonel tarafa döneceğim. Çocuk kitapları resmetmedeki motivasyon sadece o işten zevk almak olmasa gerek. Seninle bağlantısı neydi?

Belki çocukluğumu çıkarmak ortaya… Belki de yapmak isteyip yapamadıklarımı… Gerçi bu ancak yazarlarda da olduğu gibi kendi kitabımı yazdığımda ortaya çıkabilir. Belki başka çocukların hayatlarından da esinlenilebilir. Hiç olmamış ve olmasını dilediğin şeyleri de çizebilirsin. İllüstratörlük bu zaten. Olmayan şeyleri çizmek… Çocukların o dünyası… Bir çocuğu uçurabilirsin. Kuşun kanatlarına oturtabilirsin. Çocuğun kanatları olabilir. Bir sürü şey yapabilirsin. İşte bu yüzden illüstratörlük… Çünkü çocuklar belli bir yaştan sonra bunu kaybediyorlar. Kanatları olduğunu, hoplayıp zıplamayı, koşmayı unutuyorlar. Belli bir yaşta olan şeyi canlı tutma isteği olabilir. Çünkü çocuklar büyüdüklerinde kaybediyorlar. İçindeki çocuğun yapmak istedikleri ya da gülüş şekli, bakış şekli, o anki ruh hali. Besteler gibi…


Yaptığın şey, çocukların çizgi üzerinden sözcülüğü gibi…

Evet. Baktıklarında güldüklerini söylüyorlar bana. Bence tamamdır. Çünkü çocuklar zaten sorgusuz sualsiz birçok şeye gülebilirler, çok büyük travmalar yaşamadıkları takdirde… Genelde gülerler. Çizdiklerimiz de kalıyor. Ne hoş bir şey. Biz gitsek de bir şekilde kitaplar kalacak.






Bir de dijitalleşme var. Gittiğin her yerde yanında kâğıt-kalem taşıyorsun.

Özü bu. Dijitalleşme, sonraki aşama. Yayınevinin isteğiyle ilgili bir şey. Birçok ülkede, örneğin Almanya’da birçok yayınevi hala el çizimi ister. Çünkü el çizimi çok değerlidir. Ve onun dönüşü yoktur. İz kalır, boyayı silemezsin, tek seferde her şeyi çıkarmak zorundasındır. Maliyeti daha fazladır.


Tam olarak nasıl?

Mesela 2 günde çok iyi bir illüstrasyon ortaya çıkarırsın. Gölgesiyle, ışığıyla, taramasıyla, bir sayfanın bitimi bütün bir gününü alabilir. Ancak dijitalde katman katman çizersin ve bunları silmeye gerek yoktur. Düzeltmek de kolaydır. Kuşu, çiçeği, ağacı taşıyabilirsin. Kâğıtta ise farklı bir emek var. Çok vakit alır ve emeği çoktur. Yayınevleri bu maliyeti istemiyor.




Ayşegül kitaplarından bugünlere…



El çizimi dendiğinde akla hemen efsanevi Ayşegül kitapları geliyor. Marcel Mauiere’in çizimleri Ayşegül kitaplarını unutulmaz kılıyor. 30-40 yıl sonra bile açıp baktığımızda o etkiyi sanki tekrar yaşıyoruz. Ayşegül kitapları gerçekten ruhumuza işledi, ne dersin?

Türkiye’de ise çizer olarak sayılı kişi vardı. Belli yıllara dair çocuk kitabı arasanız ancak yurt dışından getirmiş olmanız lazımdır. Ayşegül kitaplarının inanılmaz bir çizeri vardır ve benim bu işe başlamamdaki en temel şeydir. Çocukken gazete verirdi. Oradaki çizimleri ben de yapmaya çalışırdım. O yüzden benim için Ayşegül kitapları çok önemlidir. O figürler, bakışlar, ifadeler neredeyse o hikayelerdeki kişileri yan komşumuz gibi hissettirirdi. Gazete verirdi ve her hafta koşa koşa onları alırdım. Ayşegül kitapları belli bir nesil için çok önemlidir. İdealim ve kalbimin orta yerinde ise Heidi var.


Bunlar kültürel hafızamızda yer buluyor, değil mi?

Çok evrensel olunmuyor tabi ki. O yaş grubunda çocuğu olanlar ise yakından tanıyor. O dönem için o çocukların kahramanı oluyoruz. Geçici bir şey ama çocuk için kalıcı. Ben nasıl Heidi’yi unutamıyorsam bugün de örneğin Şirin’i hatırlayacak, Cem Can’ı hatırlayacak. Bu kitapları çizerken zaman zaman bu durum aklıma geliyordu. Çocuk çok sevdiyse o da Şirin’i, Cem Can’ı ya da okuduğu bir başka kitaptaki karakteri unutamayacak. Hepimiz öyle değil miyiz zaten?


Sadece hikâye ön planda olmuyor sanırım, değil mi? Çizer olarak senin gözünden çocuğun bağ kurduğu şey nedir? Çocuk gözüyle bakınca ön plana çıkan, karakterle çocuk arasındaki bağı kuran şey nedir?

Bunun cevabı çok kişisel. Bu çok kişisel bir şey. Güzel çizim yapan birisi çocukları sevmek zorunda değildir. Ancak bu, çocuk kitaplarında çizime hemen yansır. Bunu anne-baba bile çocuğuna kitap alırken anlayabilir. O karakterin yüzü ve mimikleri masalla bağdaşmayabilir. Çocuk çizmek çok zordur. Gerçekten bir uzmanlık alanıdır. Bunu bir hocam söylemişti. “Her şeyi çizebilirsiniz ama çocuk çizemezsiniz” diye. Herkes şaşırmıştı. “Çocuğu tanıyacaksınız. Ayrıca çocuğun anatomisi de çizerlik için çok zordur. Sürekli hareket ve sürekli değişim halindedir. Vücut dili bir yandan, çocuğun adım atışlarını, vücut hareketlerini çok iyi tanımak gerekir.



Çocukları çok iyi tanıdığımı söylerken mütevazi olamayacağım. Bunu hocamdan da duymuştum. Çocuk figürü kullandığım için grafik tasarım bölümüne ikincilikle girdim. Örneğin bir çocuğu yere çömelerek yere oturtmak çok zordur. Örneğin bir Pazar yeri resmini doldurabilirsiniz. Ancak çocuk başkadır. Çocuk bir pazarda büyük gibi davranmaz. Saçmalayabilir. Çocuk saçmalar. Çocuğun görevi bu, bunu bilmek lazım.


Çocuğun orada nasıl davranacağını hesaba katmak gerek, değil mi?

Bunu söylemek istiyorum. Çocuğun ruhuna girdiğin zaman onu iyi tanırsın. Yaptığın kitapta da karakterde de çocukla bağ kurmak gerek. Can alıcı bir şey yapıyorsun. Her çizer bunu yapabilir ama karşı tarafın aldığı etki nasıldır? Zaten kitapları alırken çocuk, beğendiğini alıyor. Çocuk beğenmiyorsa almıyorlar. Bilinçli birçok insan bunu yapıyor.


Çocuğa kitap okumayı sevdirmek için kitapların kapakları kilit rol oynuyor. Bu gerçeği inkâr edemeyiz. Belli bir yaş grubu için görsellik yazarlıktan bile öne geçer. Belli bir yaş grubu resimle öyle ilgilenir ki, yazı önemsizleşir. 5-7 yaşa kadar çocuk yazısız bir kitabı bile okuyabilir. Elbette ki bunu yazarları ikinci plana atarak söylemiyorum. Ama özellikle belli bir yaş için resim iyi değilse yazının iyi olmasının bir önemi kalmaz. Çünkü yetişkin kitabı değildir. Yazı olmasa bile çocuk o kitabı hayal kurarak okur zaten. Kendisi yazar, okur. Yazılanın da üzerine yüz tane daha katar.


“Çizerleri tanımak çocuklar için faydalı olur.”



Esin Yılmaz, çocuk kitapları söz konusu olduğunda özellikle küçük yaş grupları için hazırlanan kitaplarda yazarlar kadar çizerlerin de eşit emek sarf ettiğinin altını çiziyor.


Çizerlere yeterince yer verilmediğini söylüyorsun. Bundan biraz bahsedelim mi?

Bir kitap fuarı veya imza günü olduğunda, çocuk kitapları yazara gidip imzalatılıyor. Yazara elbette ki imzalatılacak. Ama çocukların çoğu, yazarın kitabın çizeri de olduğunu sanıyorlar. Birçoğu, yazan kişinin kitabın çizeri de olduğunu sanıyor.

Bunu herkese sormak istiyorum, neden? Çocuk kitapları söz konusu olduğunda burada bir eşitlik yok mu sizce? Ben bundan dolayı çok üzgünüm. Çocuk kitabı için düzenlenen bir etkinlikte ve kitabın tanıtımında, yayınevinin yazar için düzenlediği her imza gününde eşit derecede çizerin de bulunması gerektiğine inanıyorum. Bunu anne ve babalara da söylemek isterim. “Bu kitabı yazan buymuş, çizen buymuş.” diye çocuklarına aktarabilirler.



“Bu kitabın çizerini de tanımak isteriz”

Bir fuara gittiğinizde, herhangi bir imza gününde bir yazarla karşılaştığınızda şunu söyleyebilirsiniz: “Bu kitabın çizeri nerede? Biz onu da tanımak isteriz. Çocuğum onu da görmeli.” Çünkü böyle de bir meslek var. Böyle de bir dünya var. Biz de bu hayatın bir şekilde içindeyiz. Biz gizli ve görünmeyen sanatçılarız. Böyle bir mesleğin çocuklar tarafından bilinmesini isterim. Bunu bilmenin çocuklara da faydası olur.


Sanat okuryazarlığı kavramı var. Çizimlerle ilgilenmek eleştirel bakışı da geliştirebilir mi?

Tabi, bunlar çok kolay şeyler değil. Eleştirel bakış açısını yazdığın hikayeyle, dili kullanım şeklinle kazandırabilirsin de kaybettirebilirsin de... Bu, çocuk okuma yazmayı öğrenmeden önce başlar. Örneğin Almanya’daki bir çocuk kitabıyla buradaki çocuk kitabı çok farklıdır. Bizde de çok şey değişti ama hala “bir varmış bir yokmuş” diye başlayan kitaplar var. Türkiye’de illa bir giriş, gelişme, sonuç bekleniyor. Peki buna gerek var mıdır? Bir çocuğun hayatında giriş, gelişme, sonuç diye bir kompozisyon yoktur. Çocuk sabah uyanır, güneş doğmuştur. Sayfa şöyle başlayabilir: “Gözüme ne kadar da güneş giriyor bu sabah…”


Bir kitapta bir keresinde bir şey yazmıştım ve bana “Sonuç?” diye sordular. “Çocuk bundan ne alacak?” diye sorduklarında “Bir şey mi alması gerekiyor?” dedim. “Ayakkabılarını dışarıda çıkarmayı öğrendiğin için buralar çamur olmadı” gibi, her günün sonunda çocuğun illa ki “gördün mü” diye bir ders mi alması gerekiyor sürekli? Oradaki karakterin bir günü de anlatılabilir. İnsanlar sürekli bir şey bekliyor. Çocuğun ne alacağını soruyorlar. Hep bir sonuç odaklılık var. Halbuki “bugün böyle başladı ve böyle bitti” de diyebiliriz. Çocuğun da bir günü öyle.


Çocuklar ders almaktan bıkmış durumdalar. Sürekli bir ders vermek üzerine kurulu. Ama mutlaka bir sonuç olması gerekmiyor. Zaten bunu yaşayacak. Çocuk, sonuçlarını kendi çıkarabilir. Biz Heidi’yi izlerken sonuç mu öğrendik? Dağlarda koşuyor, rüzgâra karşı koşuyor, saçları uçuşuyor. Çorap giymiyor. Ama o çorap giymediği için ayağına bir şey batıp kesmiyor Heidi’yi.


Resim tutkusu çocukluktan başlıyor ve hatta içgüdüseldir diyebilir miyiz?

Tabi. Çocuk, o gelişim aşamasına geldiğinde hemen eline kalem alıyor. Karalama yapmaya başlıyor. Bizim DNA’mızda var. Çocuk hiçbir şey yapmasa da sopayla toprağa bir şey çizer. Ne çizdiğinin önemi yoktur ama karalar. Kalem ve kâğıt her zaman vardı. Mağara duvarlarında bile. Kendini ifade etme şekli topraktan kâse yapmak da olabilir, önemli olan bunu ifade edebilmek. Örneğin mağara döneminde yapılmış tabağa bakılıyor ki kenarına zigzaglar çizilmiş, çarpılar atılmış. Diyorlar ki “Bunu yapan başka birisi. Başka düşünüyor.” Yani mağarada da olsa, o dönemde de olsa bu kişi bunun için var. Bir şeye farklılık katmış. O tabağa zigzag çizen, duvara da resim çiziyor. Birileri hayvanları avlıyor, birileri resimleri çiziyor. Herkes çizmiyor. Resim, bizim varoluşumuzdan beri, bütün dönemlerde var. Mısır Piramitleri’ne bakıyoruz, yapımında yüzlerce kişi çalışıyor ve duvarlarına resim yapmak için en iyiler seçiliyor. O dönemde verilen kıymetin şimdi verilmediğinin tanıklarından biriyim.


Orada belki de bize iş düşüyor. Çocuk kitabı başka bir dünya. Çizim dünyasını ve çizerleri görmek, çizerlere sahip çıkmak anlamında neler önerirsin?

Biz, temelini atıyoruz. Özellikle de şunu vurgulamak istiyorum. Örneğin özel okullarda kitap günleri sık sık düzenlenir. Bu kişinin şahsım olması gerekmiyor ama lütfen, kitabın çizerinin de gelmesini okuldan talep edin. Fuarlarda yayınevlerine direkt söylemek, Instagram’da takip edilen çocuk kitaplarına yönelik sayfalara yazmak da olabilir.


Örneğin hala sadece yazarlar etiketleniyor. “Kitabın çizimleri mükemmel” deniyor ama çizerin adı çok az yerde geçiyor. Biz bu puzzle’ın parçalarıyız. Birimiz eksilirse diğerimiz eksik kalır. Yazarlar ve çizerler olarak birbirimizi tamamlıyoruz. En azından ben öyle düşünüyorum.


Röportaj: Senem Tahmaz

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.