"En Uzun Yollar Tek Adımla Başlar" raflardaki yerini aldı. Uzun yıllar bu alanda uzmanlık yaptınız. Kitap fikrinizden başlayalım mı? Sizin yolculuğunuz nasıl başladı?
Kendimi aradığım bir yolculuktu bu. Yıllar yılı peşine düştüğüm bir varoluş sorgusu... Bilimsel anlamda başladı önce. 2012-2013 yıllarında, doktora sonrası araştırmalarımı yürütmek üzere Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) Bursu kazanıp Londra'ya yerleştiğim zamanlara rastlar ilk karşılaşmam. Tohumu orada atılmıştı anlayacağınız. Filizlendi sonra. Richmond Park'ın sunduğu oksijen misali nefes olmuştu bana o zamanlarda. Bilimsel yayın telaşelerim devam ettiği için kavrama ve uygulamalarına ilişkin derinlemesine yol alamayışımı sonradan anlayacaktım. Kendiliğimle bütünleşmiş felsefesi, Türkiye'ye döndüğümde gelişti. Öyle bir an'dı ki...
Nasıl?
Tüm çözümsüzlüğünüzle kalakalırsınız ya bazen. Ne ileri ne geri tek bir adım atabilecek durumunuz yoktur. Buza kesmiştir her yanınız. Öyle bir an! Gözlerimi kapatıp "Peki ya şimdi" dediğimi hatırlarım. Derin bir nefes aldığımı bilirim sonra... Kültürün öğretileri sonucu 'hayırlısı' söylemiyle kalakalırsınız o anda. Sezen Aksu'nun sözleri çalınır kulağıma o günlerden kalma. "Gelsin, hayat bildiği gibi gelsin, işimiz bu yaşamak." Nefes almayı öğrendim önce. Bildiğimi zannettiğim en kadim dostum nefesimi keşfettim. Nefes almanın neleri değiştirebileceğini sonra. Değiştiremeyeceğim ne varsa koşulsuzca kabullenmek ve kendi hayatımı bir izleyici gibi sahnede izlemekti ardından öğrendiğim. Sonra sonra bu yaşam senaryosunda başrolü almayı. Öyle ya, sizin filminizse bu, senaryosu da sizden çıkmalıydı. Hikâyeyi belki de 'baştan' yazmalıydınız. Yazdım da...
Farkındalığın Far'andalığa dönüşüm yolculuğu oldu aynı zamanda sanırım?
Evet. Farkındalıkla başlayan yolculuğum fark'andalığa dönüştü ve kavramın karşılığı da böylece ortaya çıkıverdi. Uzun yıllar aldı elbet. Bir yanım, akademisyenliğimi besleyen uluslararası kimliğimle 'batılı' tarzımı simgelerken; diğer yanım 'Anadolu çocuğu' kimliğimle kültürümü sürüklüyordu peşimden. Çok şey değişti yıllar içinde. Bana bunca faydalı olan ve hayatımın senaryosunu yeniden oluşturma becerisini katan yaklaşımı herkesin bilmesi gerekliydi. Öyle ya Bilge olmak bunu gerektirirdi. İsminin anlamına saklamışlardı varoluş sorgularımı. Bilirsiniz; Bilge, bilen demek, öğrenen ama öğrendikleri aktaran demek. Bilge olma yolculuğum hala devam ederken ilk durağında bu kitap çıktı kalemden.
Bir motivasyon kitabı, insanın kendisine dönmesi... Kullandığınız dil de okuru çok çabuk yakalıyor. Bu kitapla siz nelerle karşı karşıya kaldınız?
Bilimsel temellerde tanıdığım fark'andalık, namı diğer mindfulness yaklaşım ve becerilerine ilişkin öncelikle öğretilerini kaleme aldım. Bilimsel bulguları anlaşılır dille bezemeye çalıştım. Daha anlaşılır olmasını arzu ederek uygulamalar ekledim. Peki ya sonra? Hala havada kalıyordu anlatılanlar. Ancak hala, doğu kökenli ama batı uyanışlı olan bu kavrama aşina olanlara hitap edecekti sadece. Bunun üzerine kendime yeniden döndüm. Ben nasıl ve ne durumda fark etmiştim tüm bunları. Hikâyeler süzülüverdi gözlerimden yanaklarıma doğru. Her biri yeniden yaşattı yaşadıklarımı. Anlayacağınız hikâyelerimde gözyaşlarımı paylaştım satırlarda, bazen ise mutluluğumdu paragraf aralarından ışıyan...
Kitap didaktik dilden çok uzak, Prof. Bilge Uzun diye baktığımızda akademik bir dil bekliyoruz ama herkesin anlayacağı, okuduğunda kendinden bir şeyler bulacağı bir eser olmuş. Bu bir tercih miydi?
Bu maksatlı bir seçimdi evet. Dedim ya Anadolu çocuğuyum ben. Kavramın ne olduğunu didaktik bir dille anneme, teyzeme, amcama anlatmaya çalışsam öylece bakarlardı muhtemelen. Okuma yazma bilen herkesin anlayacağı bir dilde olması gerekiyordu ki ben de zaten öyle bir toplumdan gelmiştim. Annem okumayı babamla evlendikten sonra öğrenmiş, değil ki Massacuset Üniversitesinde geliştirilmiş bir yaklaşımın duygu yönetimine nasıl katkısı olduğunu anlasın. Herkesin eğitim seviyesi aynı olmak zorunda kesinlikle değil; ama herkes böylesi bir kitapta yazılanları kesinlikle anlayabilmeli.
Kitaptaki hikâyelere dönmek isterim. Her bölüm için çarpıcı hikâyeler var. Kurgu mu gerçek mi?
Ah evet o hikâyeler. Hadi itiraf edin en çok merak ettiğiniz hangisi?
Okuyuculardan gelen dönüşler, havalimanında karşılaşma hikâyesine ilişkin. O kimdi diyen de var, hala görüşüyor musunuz diyen de, hatta bu hikâyenin bir devamı olmalı diyen de...
Peki, itiraf edeyim, tüm hikâyeler gerçek temelli evet ancak kurgulanmış. Her bir hikâyede ya kişiler ya da mekân, betimlemelerle bezenerek ortaya çıkan bir hayal ürünü. Ve asıl haber, havalimanı karşılaşmasını içeren hikâyenin devamı mistik ve uluslararası bir romanla geliyor.
Biraz genel sorularla devam edelim, Bilinçli Farkındalık kavramı oldukça yaygınlaştı. Nedir bilinçli farkındalık?
Zihni bilinçli olarak uyandırma hali. Yani mi? Bu aslında bir ay'ma hali. Zihnimizin geçmişe ya da geleceğe daldığı an'ları bilirsiniz. Bir arkadaş toplantısındasınızdır mesela, konuşulan bir şey siz farkında olmadan zihninizi anılara çeker. Misal arkadaşlarınızdan biri Kaş’ta bir mekândan bahsediyor. Zihniniz o an oradan uçuşur ve 2 yıl önce gittiğiniz o mekanda neler olduğunu imgelemeye başlar.O sırada bedeniniz oradadır ama zihniniz Kaş'ta, iki sene öncesinde. Ne kadar zaman geçtiğini anlamazsınız bile. Arkadaşlarınızdan biri fark eder ki siz orada değilsiniz. Hey burada mısın? diye sorar. Bu dış bir uyaran. Arkadaşınızın sesi ve tepkisi zihninizi yeniden bulunduğu ortama davet etti, zorunlu olarak. 'Ah dalmışım' diye yanıtlarsınız. Bu bir uçuşma hali. Benzer şekilde henüz gerçekleşmemiş gerçeğe uçma eğilimi de vardır zihnimizin. Yaratıcılıkta sınır yok J Bu ayma halini fark ettiyseniz dış uyaran sağladı. Mindfulness, yani fark'andalık bunun bilinçli olarak yapılanında gizli. Nasıl mı? Sıklıkla zihnimizi an'a davet ederek bunun bir alışkanlığa dönüşmesini sağlamak gibi, düşüncelerin gelip gittiğini izlemek gibi, her defasında yargısızca ve şefkatle yeniden içinde bulunduğunuz an'a davet etmek gibi beceriler geliştirerek.
Toplumsal olarak, hatta kültürel olarak bu tarz kavramlara uzak olduğumuzu düşünüyorum ama artık içimizde ve yaygınlaştı. Toplum olarak beklentimiz ne?
Bu tarz kavram ve uygulamalar her toplumda kendini farklı şekillerde gösteriyor aslında. Toplum olarak ihtiyacımız olan bence içinde bulunduğumuz hız ve haz çağının farkında olarak duralamak. Hızı yavaşlatmak ve haz aramaktan vaz geçmek. Yürüyüş bandından inip toprağa ayak basmalıyız artık. Toprağın enerjisini ve şifasını fark etmeliyiz. Hayat siz planlar yaparken başınıza gelenlermiş, sürekli haz peşinde koşmamalı geleni -aksi bizim elimizde değilse- geldiği gibi akışına bırakmalıyız.
Mesela dizilere vs. bakıyorum mutlaka bir psikolog, terapist görmeye başladık...
Yüzyıllardır insanlar sorunlarına çözüm bulma çabasında. Psikoloji kuramlarının ortaya çıkışı bununla başlıyor ya zaten. Yaşanan ve yazıya dökülmüş hikayeler de sahnelenmeye başlıyor artık. Bir nevi bilinçlendirme çabası diyelim. Ortak insanlık bilincine çağrı. Herkesin bir yarası elbette var, ama öyle ama böyle. Bazılarımızın daha derin olsa da herkes kendinde terapi desteği alma gücü bulamıyor tabii. Hal böyle olunca filmlerde dizilerde buluyoruz kendimizi. Farkındalığımız artıyor belki de bu yolla.
Sanırım yüzleşemiyoruz ne dersiniz? İnsanın kendi içine bakması neden bu kadar zor? Kaçtığımız şey ne?
Kabullenmekte çok zorlandığınız hata yaptığınızı düşünün şimdi, evet evet tam da şimdi. "Asla benim başıma gelmez" dediğiniz bir senaryonun orta yerinde başrol oynadığınızı farz edin. Tepkiniz ne olurdu? "Nasıl olur? Nasıl yaptım bu hatayı? Nasıl bu kadar aptal olabildim?" sorularıyla ve belki biraz daha ileri giderek "Benden de bir halt olmazdı zaten" eleştiri oklarıyla kendinizi örselerken, çok benzer bir senaryoyu arkadaşınızdan da dinleyin.
Tepkiniz ne olurdu? Her insanın başına gelir miydi bu tür şeyler? Bir düşünün, onu telkin etmek için söyleyecekleriniz neler olurdu?
Kendimizi değilse de başkasını şefkatle kabullenme ve teselli verme eğilimimiz öğretilerimizden gelir. Ama konu biz olduğunda yerden yere vururuz kendimizi. Aslında bu ortak insanlığın bir oluşumu. Herkes her şey olabilir. Ama biz asla! Hep kaçarız zorlandığımız durum ya da duygulardan. Öte yandan insan en çok kendine yasakladığı duygularla savaşır. Hissedilmesin diye uğraşılan duygu, en olmadık zamanlarda insanı ele geçirir. Hüzünden korkan yapımızla duygularımızı bastırıp derinlere hapsetmeye çalışırız. Peki ya sonra? Orada kalırlar mı dersiniz? Hayır tabii. Somatizasyon kavramı tam da bunu ifade eder. Yani, duygumuzun bedenimizde karşılık bulduğu yer. Herkesin en hassas yerine çöreklenir en zorlandığı duygu. Bazı duygular midemize yerleşir, bazı duygular göğsümüze, boğazımıza ya da başımıza...
YORUMLAR