Bana şöyle sorular geliyor
Doğum iznim bitti. İşe dönsem mi, dönmesem mi?
Bu sorunun cevabını bilsem, zaten ona göre hareket ederdim. Kelin ilacı olsa başına sürer misali…
Ancak kendi deneyimlerimi yazayım. Çünkü hiç çalışmadığım da oldu, tam zamanlı çalıştığım da. E şimdi de yarı evde yarı dışarıdayım… Hepsini yazıyorum. Hazır mısınız? Varın siz karar verin şimdi…
Sırayla gidecek olursak… Annemle büyümüş bir çocuk olarak, doğumdan sonra kendim bakmak istedim kızıma. İşin psikolojik kısmını geçtim… Bu, maddi olarak büyük bir karar almak, gelirin yarısından vazgeçmek demek. Oturduk, hesap kitap yaptık, ucu ucuna da başardık. Gitme tatile bir yere, yeme dışarıda yemek, kıs birçok şeyi… Hep evde Irmak’laydım. Oynadım, öğrettim, ne şanslıyım ki tüm ilklerine denk geldim. Kendime defter hazırlamıştım (keşke saklasaydım), her gün öğrettiklerimi not alıyordum. Fakat sonra çalışmaya alışkın bünyem sorun çıkarmaya başladı. Eksik, yetersiz hissediyordum. Çalışmaya beraber başladığım arkadaşlarım bir bir yükselirken, yerimde sayıyordum. Kimse bana saygı duymuyor diye düşünüyordum (biliyorum çok yanlış, ama öyle geçiyordu aklımdan). Neler düşündüğümü yazsam, inanamazsınız! İnanamıyorum şu anda hatırladıkça. Ne saçma… Fakat hak da veriyorum kendime. Sen liseden sonra kendi ayaklarının üstünde dur, şimdi de bağımlı ol. Tam bu dönemlerde bir teklif geldi, yeni açılan bir derginin Yazı İşleri Müdürü olacaktım hem de her gün işe gitmeden. “Hayır” der miyim? Ne yazık ki yürümedi iş. Sekiz ay mücadele verdik. Bitti. Peki şimdi ne yapacağım? E yıllarca kendi paramı kazandıktan sonra kocadan para alma sıkıntısı yaşıyorum, o evin yükünü tek başına omuzluyor, ciddi ciddi iş aramaya başladım.
Buldum da. O zaman tam zamanlı bir abla (bakıcı demeyi sevmiyorum) girdi hayatımıza. Yaptığım işi seviyor muydum? Tek kelimeyle “hayır.” Hatta, hayatımda ilk kez sevmediğim bir iş yapıyordum. Hesap kitap yap, maaşın yüzde 20’si bile kalmıyordu bana. Fakat her şeye rağmen devam ediyordum. Bir yandan da kahve saatim belli, yemek saatim belli, çalıştığım için kimsenin benden evle ilgili bir beklentisi yoktu. Bu açıdan rahattı. Fakat… Aklım evdeydi. Diğer yandan her gün hazırlanıp çıkmak da kendimi iyi hissettiriyordu. Nasıl şartlandıysam “kendim bakacağım” diye mutlulukla yakından uzaktan alakam yoktu. O yüzde 20 için mi bırakıyordum çocuğumu evde?
Bir gün, işten epey geç çıkınca (bu arada zaten 9-19 idi mesai saatleri) eve koştum. Topuklu ayakkabılarla minibüsten inip eve koştum. Düştüm. Bacaklarım parçalandı. Rapor alacak kadar hem de. Dedim, “Ben ne yapıyorum?” Arkın’la hayatımızın kavgasını ediyorduk. Belki bana “Canım, en zorunu yaptın, evde olmayı tercih ettin, gurur duyuyorum seninle. Ama ben tek başıma kazanırken çok yoruluyorum” dese böyle olmayacaktı. O kurulan cümleler var ya, aslında o kadar önemli ki, dağı da deler, suyu da uyandırır!
Eve gelince Irmak’tan başka kimseyi görmek istemiyordum. Gece koynunda yatıyordum. Ve ne yalan söyleyeyim, Arkın’ı suçluyordum, bana “çalış” dediği için. Korkunç kavgalar ettik. İşte mutsuz, evde mutsuz bir “ben” olunca, noktayı koydum. Zaten bir blog açmıştım, o zamanki adıyla manyakanne.com idi adı. Pek kimse de bilmiyordu. Yazıyordum kendimce. İşim yazmak. Gazeteciydim ben. Ne işim vardı başka iş yerinde?
Noktayı koymak dışarıdan kolay. Peki içeriden? Evet evde olmak şahaneydi ama asla tek kuruş almak istemiyordum. Freelance (yarı zamanlı) iş aramaya başladım. Her yere ama her yere özgeçmiş gönderdim. Birkaç web sitesine editörlük yapıyordum. Diğer yandan blog yazmayı öğreniyordum. Türkiye’de henüz kabul görmese, eleştiriler en acımasızından gelse de (onları göğüslemek hiç kolay değil) bloggerlık gerçek bir meslek! Geçtim bunu tanımadıklarımı kabul ettirmeyi, ben kocama anlatamadım ki iş yaptığımı. Tam üç buçuk senedir mücadele veriyorum. Editörlük yaptığım siteler, zaman zaman danışmanlıklar, e bir uçta da blog… Hepsini de “etik yapacağım” mücadelesi… “Nasıl olsa evdesin şunu da hallediver” talepleri dört koldan. Daha çok yeni kabul ediyor. Daha çok yeni anlıyor. Peki kolay mı böyle çalışmak? Hayır. Hiç değil. Önce, burada yazmak istemediğim onca haksızlıkla mücadele ediyorsun. Nitelik değil, nicelikle savaşıyorsun! Sonra gece uyurken bunları düşünmemeye çalışıyorsun. Eve yetişemediğin zaman birinden yardım istediğinde “gezmeden geliyorsun değil mi” lafını duyuyorsun. Bir şeye yatırım yapmaya çalıştığın zaman “suda yürümek gibi” yorumlarıyla karşı karşıya kalıyorsun. Daha neler var, yazmayacağım. Ama pes ettim mi, hayır. Bir şeye baş koyduysam, kolay kolay bırakmam!
E seçin, beğenin siz alın… Üç aşamayı da yaşamış biri olarak hiçbirinden pişman değilim. Hangisini yaşamasam, aklım kalacaktı. Öncelikle tam zamanlı çalışmasam, zaten her ikimiz de görmeyecektik. Denedim, tek başıma kaldım çoğu zaman. “Ne uğraşıyorsun, az ya da çok gir maaşlı bir işte çalış” laflarını yedim herkesten. Sadece koca mı? Annem, babam, abim… Herkesin beklentisi o yöndeydi. Kendini geliştirme, gir bir işe, yavaş yavaş yüksel… Pardon. 40’ıma bir kaldı. Zaten seçtiğim meslek gereği hiçbir zaman çok kazanmadım. Fakat en mutlu ben çalıştım. Şimdi de yapmak istediğim o. Kızıma, aileme, kendime zaman ayırarak diğer yandan da kendim bir baltaya sap olmuş hissetmek. Üç aşama da zordu. Belki de en zoru bu. Ama size bir şey diyeyim mi? Eğer bir şeyi çok istiyorsanız, mücadele edin. Şimdi ne oluyor? Hem çalışıyorum, hem ev benden soruluyor, hem her türlü koşturma. Beni ayakta tutan da bu zaten!
Hepsini deneyimlemiş bir anne, bir kadın olarak söylüyorum: Hiçbiri kolay değil. Her ne yapıyorsanız, isteyerek yapmaya çalışın. İsteyerek yapmak için mücadele edin. Hayat zaten zor! Ve biz hangi kararı verirsek verelim bunları çocuklarımız kadar kendimiz için yapıyoruz. Hiçbiri bizi daha iyi ya da daha kötü anne yapmıyor. Pişman olmayın. İçinizden geldiği gibi davranın. Hepsi zor, diğer yandan hepsi kolay. Biz nasıl görmek istiyorsak öyle… Bugün böyle, yarın farklı olmayacağını kim bilebilir?
YORUMLAR