Salzburg yürüyüş ritüelim bu kez şehrin biraz kıyısında bulunan, içinde bir de bira fabrikası olan Augustiner Bräu’da son buluyor. Güneşli, ılık ve sakin bir gün...


Geniş bahçeyi geçip merdivenlerden çıkıyorum. Herkes gibi büyük ahşap dolaptaki seramik kupalardan birini alıp eski çeşmede bolca suyla çalkaladıktan sonra, bira kuyruğuna giriyorum. Beklerken yanıbaşımda duran orta yaşlı adamla laflamaya başlıyoruz. Adı Carl. Tam “Nerelisin, nereden geldin” sorularını savuşturduğumu düşünürken İstanbul’dan geldiğimi söyleyince Gezi Parkı’ndan bahsetmeye başlıyor, televizyonda izlediklerinden etkilendiği söylüyor.


Ardından masaya geçiyoruz. Artık gün batmak üzere, Salzach Nehri’nin kıyısındaki gün batımlarını oldum olası çok severim. Salzburg’da “deja vu”! Fotoğraf makinemi kurup gün sonunu anbean çekiyorum. Salzburg, bildiğimiz Salzburg. Salzach Nehri’nin iki kenarına kurulan, tepedeki Salzburg Kalesi’nin geçmişe göndermeler yapan ihtişamı, ünlü Sacher Oteli ve efsanevi turtaları, gün boyu hareketli Sigmund Haffner Caddesi... Salzburg, romantizmin kusursuz başkentlerinden biri kuşkusuz. Hele gece olmaya görsün, şehir bir kartpostala dönüşüyor.


Ve gece Wolfgang Amedeus Mozart’ın seranatı, “Eine Kleine Nachtmusik” (Küçük Gece Müziği) ile sona eriyor.


Salzburg'un sabahları

Sabahlar başka güzel; Sacher Oteli’nin çatı katındaki odam Salzburg Kalesi’ne ve yanındaki binanın görkemli kubbesine bakıyor. Sabahın ilk ışıklarıyla tekrar köprülerde, meydanlarda ve Salzach Nehri’nin kıyılarındayım. “Ne şanslıyız ki halen yürünebilen şehirler var” diye geçiriyorum içimden. Erkenden düşüyoruz yollara. Salzburg ile bu yazının asıl konusunu teşkil eden fabrikanın bulunduğu Mattighofen kasabası yaklaşık 40 kilometrelik bir yol. Yeşilin içinde, mavinin altında Alpler’in manzarasında, küçük köylerin içinden geçerek ilerliyoruz. Radyoda eski rock şarkıları çalıyor; Queen, Rolling Stones, Bryan Ferry... TRANSFORM... KTM fabrikasının girişinde genel olarak motosikletler ve yarış tutkusu konusunda bilgilendiriliyoruz. Ardından teknoloji, araştırma geliştirme geliyor. Zaten markanın mottosu “Ready to Race” (yarışa hazır). Ama asıl eğlenceli bölüm üretim alanına girdiğimizde başlıyor.


Etrafta gözümüzün aşina olduğu pek çok obje var. Motosiklet gidonu, gövdesi, çelik tel jantlar, motor parçaları... Transformers filminin setinde gibiyim. Sanki birazdan metal parçalar Voltran’ı oluşturacak! Üretim bandında ilerledikçe öyle de oluyor. Metaller şekillenip bir vücuda dönüşüyor adeta. Montaj neredeyse tamamen elişi. Arada turu sorularımızla durduruyoruz. Birkaç Türk işçiyle de karşılaşıyoruz. Dikkatimizi en çok jant bölümündeki Türk anne-oğul çekiyor.


Finaldeki görüntü daha çok çekişi güçlü bir beden gibi. Hatta kışkırtıcı. Aralarında bir de çocuklar için üretilen küçük motosikletler var. Enduro, pist, motokros, sokak motorları ve motorsporlarının tutkunları için bir cennetteyim. Fabrika turu bittiğinde, Alp Sıradağları’ndan Undersberg’in eteklerinde bir lokantaya atıyoruz kendimizi...


Ve kapıda iki canavar bekliyor; markanın artık yarışlarda da aşina olduğumuz X-Bow yarış otomobilleri. Biri showroom’dan çıkmış gibi gıcır gıcır, diğeri yarıştan dönen farklı aksesuvar paketlerine sahip bir model. Önce mavi, pırıl pırıl olanı deniyorum. Ardından yarıştan döneni... Bu bir otomobil değil canavar. Mattighofen caddelerinde adrenalin yükleniyoruz. Adrenalin, hız, performans, her güzel şeyin bittiği gibi bitiyor. Dönüp dönüp bakarak bırakıyorum otomobili park yerinde. Ve İstanbul’a dönüş yoluna koyuluyorum. Yine Mozart’ın ezgileri yayılıyor kulaklığımdan...


Niye ‘scooter’ yerine ‘city bikes’ tercih ederim?

125, 200, 390 CC Duke’ü özellikle beğendim. Küçük hacimli, yüksek performanslı, yani kontrollü güç iyidir. Daha güçlü, örneğin 200 CCmotor 26 beygir güç üretiyor. Bu scooter’lar da 20 beygir civarında. Fren sistemi daha güvenli geldi ve daha iyi sürüş zevki tartışılmaz. Ancak bence scooterlardan ayrılan en önemli yanı, ağırlığı. Ortalama 200 kilo olan normal scooter’lara göre daha hafif, 125 kilo civarında. Bu da özellikle kadın kullanıcılar için ideal gibi geldi bana. Güçlü, hafif ve sıra dışı. Duke 125 ve 200 cc’nin fiyatları 4500- 5500 Euro civarında.


X-Bow

KTM X-bow; X-Bow Challenge dışında bazı özel yarışlarda, mesela DTM’de (ünlü Deutsche Tourenwagen Meisterschaft, yani Alman Turing Şampiyonası) BMW, Audi ve Mercedes ile, İngiltere’de British GT-4 kupasındaysa Aston Martin, Jaguar, Lotus, Maserati gibi markalarla yarışıyor. Şirketin dizayn için birlikte çalıştığı Kiska Design ile geliştirdikleri ve yarıştırdıkları yarış otomobili, X-Bow. Biz bu otomobille pist yerine, Mattighofen caddelerinde performans sergiledik. X-Bow kullanmanın hissini tarif etmek gerekirse, go kart aracının irisi ve güçlüsü demek kısaca durumu özetler. Ancak daha fazlası için içine binmek ve gaza dokunmak gerekiyor. İnanılmaz bir tork üretiyor araç, yol tutuşu üst düzey. Daha önce Formula 1 aracını test etme şansına sahip olduğumdan diyebilirim ki benzer bir haz duyuyorsunuz. Gaza basınca sırtınız koltuğa yapışıyor. Sonra sürüyor, sürüyor, sürüyorsunuz... Bittiğindeki his ise küçük bir çocuğun çok sevdiği oyuncağının elinden alınmasına eşdeğer. 200 cc’lik motora sahip araç 280 ile 300 beygir güç ve 3200 devirde 420 NM tork üretiyor. Fiyatı da donanımlarına göre 120 ile 150 bin Euro arasında.

Haber: Levent Özçelik




Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.