Niceliksel verilerin ötesine geçerek; bize biraz kendinizden ve hayallerinizden bahsetmenizi istesem; neler söylersiniz?
Ben doğayı, renkleri, tasarım yapmayı çok seven biriyim. Peyzaj mimarlığı mesleğini seçmiş olduğum ve mesleğimi İstanbul Üniversitesi Orman fakültesinde okuduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum. Böylelikle çok saygıdeğer hocalardan ekolojik döngülere, toprağa, bitkilere ve ekosistemlere dair bir eğitim alma ve bunları göz önünde bulundurarak; nasıl tasarım yapılacağını öğrenme şansım oldu. Ayrıca iş hayatımda açık ve yeşil alanlarda, yapısal ögeler kadar bitkilerle de çalışma imkânı buldum. Özel sektörde bir süre çalıştıktan sonra İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa Orman Fakültesi Peyzaj Mimarlığı bölümünde araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladım ve şimdi de akademik çalışmalarım ekolojik peyzaj tasarımı ve permakültür ağırlıklı gidiyor. Hayatım böyle olunca hayallerim de bu eksende gidiyor. Bir peyzaj mimarı olarak sürdürülebilirlik kaygısı olan büyük ölçekli peyzaj projelerinin içinde tasarımcı veya danışman olarak yer almayı çok istiyorum. Bir permakültür tasarımcısı ve akademisyen olarak ise permakültürün iki kurucusundan biri olan David Holmgren ile permakültür hakkında ortak bir bilimsel yayın yapmak (maalesef permakültürün babası sayılan ve benim de kendisinden eğitim alma fırsatı bulduğum Bill Mollison’u 2016 yılında kaybettik) en büyük hayallerimden biri. Renklere ve tasarıma olan ilgimden bahsetmiştim. Bunları böceklerden daha iyi kim taşıyor ki? Kendimi bildim bileli böceklerin küçücük bedenlerine sığmış renklerine ve desenlerine hayranım. Onun için böcekleri daha iyi anlamak ve tanımak istedim ve İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi Orman Mühendisliği Bölümü, Orman Entomolojisi ve Koruma Ana Bilim Dalı’nda yüksek lisans eğitimi aldım. Aldığım eğitim ve sonrasında öğrendiklerim sevgimi katladı. Böcekler (Insecta sınıfı) takson bakımından en kalabalık hayvan sınıfı. Hem en çok farklı çeşidi barındıran hayvanlar hem de hala yeni türler, cinsler vb. bulunmaya devam ediyor. Benim de böceklerle ilgili en büyük hayalim bir gün dünyaya yeni bir böcek keşfetmek.
Instagram’da, böcekler aracılığıyla kentsel yaban hayatını tanıtmaya çalıştığınız insectlover adlı bir hesabınız var. Nasıl başladı bu yolculuk?
Bu hesabı açarken böcekleri çok sevdiğim için bu ismi seçmiştim fakat kişisel anılarımı paylaştığım bir sayfa olarak kullanıyordum. Bir gün arkadaşım Emin Yoğurtçuoğlu’yla sohbet ederken (onun da birddetective isimli çok başarılı ve geniş bir kitleye ulaşan bir Instagram hesabı var) bana “Sen neden bu hesabında çektiğin güzel böcek fotoğraflarını paylaşmıyorsun? Hem kendin çok seviyorsun hem de insanların ilgisini çekeceğine eminim” dedi. Emin’in teşvikiyle o anda telefonumdaki atmaca güvesi fotoğrafını paylaştım, altındaki yazıyı beraber yazdık ve böyle başladı… Şimdi hesabımı hem Türkiye’nin böceklerini tanıtmaya hem de böceklerin içinde bulundukları peyzajla, insanlarla kurdukları ilişkiyi anlatmaya çalıştığım bir hesap olarak kullanıyorum. Bir yandan da kentlilerde, doğanın kentsel yerleşim alanlarında da var olduğu farkındalığını oluşturmayı amaçlıyorum. Doğayla iç içe olmak için illa şehri bırakıp kırsala yerleşmeye gerek yok aslında. Yaban hayvanları, yabani yani yerli bitkiler her yerde, bizim yalnızca onlara biraz alan açmamız gerekiyor. Dünyanın neredeyse her yerinde bulunan böcekler buna çok iyi örnek oluşturuyor. Böcekleri hala görüyorsanız umut var demek istiyorum bir nevi.
"Tüm o göz kamaştıran güzelliğiyle tabiat, karışık ve tehlikelidir; sadece sevinç ve huşu değil, korku ve bazen iğrenme duygularına da layıktır. Kurtlanmış leşler ve bir haftalık yavru geyikleri parçalayan çakallar da en az kuleler gibi uzanan kızılağaçlar ve göklere yükselen kartallar kadar tabiatın birer parçasıdırlar. Biz insanlar, bir zamanlar huşu uyandıran ve tehlikelerle dolu olan yaşam alanlarıyla sarılı bir halde yetiştik. Dezenfekte edilmiş Batılı toplumlarımızda, her iki tür deneyimler giderek yok oldular, yerlerini doğayı bir hammadde olarak gören faydacı bakış aldı. Bugün büyümekte olan bir hareket, doğanın kutsal, manevi ve yüce-birlikte yaşanacak yer olarak kutsal bir varlık olduğu o tarihöncesi hissi yeniden hayata geçirmeyi hedefliyor. Ama tabiatı heyecanla romantikleştirmeye çalışırken, doğal mirasımızın bir o kadar parçası olan korku faktörünü unutuyoruz." (Scott D. Sampson/Doğa Dostu Çocuk Nasıl Yetiştirilir?)
Scott D. Sampson’ın "tabiatın romantikleştirilmeye çalışılması" tespiti hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Sizce bugünlerde doğa söz konusu olduğunda korku ve iğrenme duygularını göz ardı ediyor muyuz?
Her duygunun hizmet ettiği bir işlev var aslında. Hayatta nasıl mutlu olmak, üzülmek, korkmak, heyecan duymak normal ve sağlıklıysa, doğa ile kurduğumuz ilişkide de çeşitli hisler yaşamamız normal olmalı. Maalesef popüler kültür bizde sürekli yalnızca iyi olma, mutlu olma beklentisi oluşturuyor ama bu tekdüze etkileşim ne gerçekçi ne de sağlıklı. Evet, doğada bize küçük veya büyük oranda zarar verebilecek hayvanlar var, ama buna verdiğimiz tepki onları yok etmeye çalışmak olmamalı. Şimdiye kadar öyle yaptık, üzerine bir de aç gözlülüğümüz eklenince dünyanın geldiği durum ortada. Şu an iklim değişikliği büyük bir kriz halinde, canlıların yaşam alanları her geçen gün daha fazla yok ediliyor, sularımız ve toprağımız kirlenmeye devam ediyor. Bu yangınlar, taşkınlar, kuraklık, salgınlar, verimsizlik tesadüfi değil, bizim eylemlerimizin sonucu. Bilim insanları uzun yıllardır yaptıkları ölçümlerin sonucunda bunu dile getiriyor ama maalesef sesleri yeterince yankılanmıyor. Teknoloji ve bilgi konusunda çok ilerledik ve bunu artık açgözlü bir büyüme ve yıkım için değil, her canlının yaşam hakkına saygı duyarak yaşamaya nasıl devam edeceğimize odaklanarak kullanmalıyız. Birlikte yaşamayı, doğayla birlikte çalışmayı öğrenmeliyiz, aynı permakültür yaklaşımında olduğu gibi. Doğada korku da var, iğrenme de… Coşku da, sevgi de… Kırsala yerleşme planı olan şehirliler bunu bilerek plan yapmalılar. Şehirde bir böcek görmeye tahammül edemeyen insanların kırsalda, doğayla iç içe olduğunda her şeyin her zaman çok güzel gideceğini hayal ettiğini görüyorum. Bu romantik bir hayal oluyor işte. Şehirde de olsa kırsalda da olsa doğayı olduğu gibi kabul edip, kendi yaşamımızı buna uygun olarak kurarsak işte o zaman doğayla bütün olacağız.
Doğa söz konusu olduğunda hissedilen korkunun var olmasında da birçok faktör etkili olabilir. Korkunun kaynağına inmek, onunla nasıl yol alabileceğimizi belirlemekte ilk adım mıdır sizce? Ve korkuya, her daim yok edilmesi gereken bir hismiş gibi yaklaşmamız konusunda neler söylemek istersiniz?
Korku faydalı bir duygudur, bizi tehlikelerden korur. Doğada bu daha çok ilkel zamanlar için geçerli tabii ama kökeninde bu var. Bir yandan böceklerin savunma mekanizmalarından biri de bizim bu korkumuzu kullanmak diyebiliriz. Düşünsenize bulunduğunuz dünyaya göre çok küçüksünüz, etrafınızdaki her hayvan sizin onlarca katınız büyüklüğünde ve onların karşısında savunmasızsınız. Sonuçta her böceğin iğnesi veya zehri yok. Olsaydı bile olası bir karşılaşmada galip gelme ihtimali çok düşük. Bu durumda bazı böcekler karşılaşma bile olmaması için görünüşlerini kullanıyorlar. Karşısındakinde korku/tiksinti oluşturmak onları bir şekilde yırtıcılardan koruyor. Bir de çoğunlukla bilmediğimiz şeyden korkarız. Bir böceği ilk defa gördüğümüzde korkabiliriz ama ısıracak bir ağız yapısı olmadığını veya sokmak için bir iğnesi olmadığını, hastalık taşıyacak bir tür olmadığını bilmek bu korkumuzun geçmesini sağlar. Yani korkuyu aşmak neyle karşı karşıya olduğumuzu bilmekten geçiyor. Bilmediğimiz zaman kafamızda senaryolar dönmeye başlıyor ve bunlar pek de gerçekçi olmuyor. Yine de tanımıyorsak risk almadan, bulunduğumuz ortama bağlı olarak uzaklaşmak veya hayvanı uzaklaştırmak yeterli. Bazen korkunun koruyucu yönünü de kullanmak lazım. Ayrıca şunu eklemek isterim; ben şu an da böcek korkusunu çok büyük bir lüks olarak görüyorum. Gıdalarımızın yaklaşık dörtte üçü kaliteli meyve oluşturabilmek için tozlaşmaya bağımlı. Tozlaşmayı sağlayan hayvanlar, hayvanların başında da böcekler geliyor. Elma yiyebilmemiz için çiftçilerin her elma çiçeğinden fırça ile polen toplayıp, başka elma çiçeklerine bunları sürmesi gerektiğini düşünün. Ya da kiraz ağaçlarına, badem ağaçlarına, çilek çiçeklerine… Düşünsenize bunları sizin için hiç yorulmadan, kendiliğinden bedavaya yapan hayvanlar var. Doğada ölen her hayvanı gömmek veya ayrıştırmak için bakanlığın veya belediyenin eleman görevlendirdiğini düşünün. Kaç kişi gerekirdi? Ya da hayvan dışkılarını ayrıştırmak için nasıl tesislere ihtiyacımız olurdu? Bizim uğraşmak istemeyeceğimiz bu işleri yapan, hayvan ölülerini ve dışkıları ayrıştırıp toprak için gübreye dönüştüren böcekler var. O kadar çok ekolojik döngünün içinde böcekler var ki! Araştırmacılar, doksanlı yılların başından beri böceklerde kitlesel bir yok oluş ölçtüklerini söylüyorlar ve bunu dinozorların yok oldukları zamandan bu yana dünyanın en büyük ekolojik felaketi olarak tanımlıyorlar. Böceklere bu kadar ihtiyacımız varken, bir tanesini bile öldürme ve onlardan korkma lüksümüz yok bence.
Yetişkinler, doğanın herhangi bir parçasına dair hissettikleri korkularını çocuklara da aktarmamak adına nasıl bir yol izlemeliler sizce?
Doğaya yakın olmak, doğada iyi hissetmek, onun bir parçası olmak aslında içimizde olan bir his. Büyürken ailemizden, çevremizdekilerden duyduklarımız, belki okulda duyduklarımız bize korkmayı, uzaklaşmayı öğretiyor. Yetişkinlerin ilk önce kendi korkularını bir kenara bırakmaları gerekli. Böceklerle ilgili bildikleri her şeyi unutup, böcekleri tekrar keşfetmelerini öneririm. Hatta bence doğa/böcek sevgisini ebeveynler çocuklarından öğrenmeliler. Dünyaca ünlü entomolog Edward Osborne Wilson: “Her çocuğun bir böcek dönemi vardır, bende bu dönem hiç bitmedi” der. Çocuklarda, böceklere karşı büyük bir hayranlık ve ilgi gözlemliyorum. Mesela benim iki buçuk yaşında ki yeğenim böceklerden hiç korkmuyor, gördüğünde oynamak istiyor ve her buluştuğumuzda benden insectlover hesabımda böcekleri anlattığım videolarımı açmamı istiyor. İzlerken onlarla konuşuyor, bana sorular soruyor ve şimdiden hepsinin adını biliyor. Bunu başka çocuklarda da gözlemledim. Bir dönem, 3-6 yaşları arasında ki çocuklara bir yaz okulunda doğa eğitimi vermiştim. Derslerde ilgi çekici hayvanların, böceklerin fotoğraflarını gösteriyordum, bahçeye çıkıp kelebek gözlemi yaptırıyordum, bayılıyorlardı. Çoğu zaman en sevdikleri dersin bu olduğunu söylüyorlardı. Tabii ki kontrolsüz bir şekilde her böcekle veya hayvanla oynamak, onlara dokunmak değil söylediğim. Örneğin tüylü tırtıllar konusunda risk almanızı önermem, ama ülkemizde insanlara zarar verebilecek böcek sayısı gerçekten çok az. Bunun için bir böcekle karşılaştığınızda ilk verdiğiniz tepki “kesinlikle beni ısıracak veya sokacak, onu öldürmeliyim” değil, “çok büyük bir ihtimalle bize zarar vermez, bir kâğıtla dışarı bırakayım” olmalı. Ben zaten hesabımda bir böcek paylaşırken altında bilgi paylaşıyorum ve dokunulmaması gereken türleri mutlaka belirtiyorum.
Kısacası tavsiyem, verdiğimiz tepkilerde kontrollü olmak, bulunduğumuz yerin başka canlıların da yaşam alanı olduğunu hissettiren davranışlarda bulunmak ve böyle cümleler kurmak. Doğada daha fazla vakit geçirmek, doğa ziyaretlerimizde arkamızda ayak izimizden başka iz bırakmadığımızdan emin olmak ve herhangi bir canlı ile karşılaştığımızda gözlemleyip, çocuğumuza tanıtıp yanından geçip gidebilmek. Örneğin “Bak bu bir arı, şu an çiçekten nektar topluyor. Bununla bal yapacak. Bak bacaklarına polenler yapışmış. Bunlar sağlıklı meyveler oluşmasına yardımcı oluyor. Arı bizi sokabilir onun için rahatsız etmeden uzaktan gözlemleyeceğiz.” gibi. Bu bilinci çocuklara aşılamak yeterli, zaten kendi ilgileri ve heyecanları inanın çok yüksek olacaktır.
Rachel Karson:"Küçük bir çocuğa doğayı tanıtırken bilgi, duygunun yarısı kadar önemli değildir" diyor. Neden her konuda olduğu gibi doğa söz konusu olduğunda da bilgiyi, duyguya tercih ediyoruz sizce?
Çocukların doğayla kurduğu etkileşimde duygunun çok daha önemli olduğuna katılıyorum. Çocuklarda önce merak ve sevgi uyandırmak lazım. Gerisini zaten zamanla öğreniyorlar ama ilk olarak bilgi geldiğinde her zaman ilgi oluşmuyor. Önemli olan çocukların içine ilk tohumu atmak. Yetişkin insanlar ise artık toplumun işleyen parçaları haline geliyor. Yönetici oluyoruz, uygulamalarda görev alıyoruz veya bunlardan hiçbiri olmasa bile kullanıcı olarak taleplerimizle birçok karara yön veriyoruz. Yani birçok konuda dolaylı veya doğrudan etkimiz oluyor. Bu durumda sorumluluğumuz olmadığını söyleyemeyiz. Doğa gibi hayatta kalmamız için olmazsa olmaz konular hakkında bilgi sahibi olmak da bizim sorumluluğumuzda oluyor. Artık bilgiye ulaşmak çok daha kolay, her ne kadar bilgi kirliliği olsa da eleyebiliyoruz. Artık uzmanların çoğu sosyal medya kullanıyor ve çok sade bir dille kısa ve öz olarak uzmanlıklarıyla ilgili paylaşımlar yapıyorlar. Uzmanları takip edebilir, onlara sorular sorabiliriz. Bazen farklı eğitim altyapılarından gelen kişilerin ne kadar yanlış kamuoyu oluşturduklarını görüyorum. Daha popüler olan ve daha geniş kitleye ulaşan insanlar ortaya bir fikir atıyor, insanların da vicdanına hitap eden bir fikirse paylaşıla paylaşıla iyice yayılıyor.
Bunun en somut örneğini 2021’de çoğunluğu Akdeniz ve Ege bölgesinde çıkan yangınlarda yaşadık maalesef. Hepimizin içi acıyordu ve bir şeyler yapmak istiyorduk. Bu durumda Tarım ve Orman Bakanlığı, Orman Genel Müdürlüğü yetkililerini dinlemeliydik. Orman mühendisi hocalarımızı, orman koruma, silvikültür ve botanik dallarında uzmanlaşmış orman mühendislerini dinlemeliydik. Bilgi sahibi kişiler, yetkililer, saygın hocalarımız orman alanlarına müdahale edilmeden korunması gerektiğini söyledi ama bir yandan tekrar ağaçlandırma yapılmasını söyleyenler, yanan ağaçların yerine meyve ağacı dikilmesini önerenler, yangın alanlarına kompost uygulaması yapılmasını savunanlar çıktı. Bunlar iyi niyetle önerilse de çok yanlış uygulamalar ama daha geniş kitleye hitap eden insanlardan gelince bir kamuoyu oluşturuyor. Bazen bu baskı yüzünden başka konularda yanlış uygulamalar yapılmak zorunda kalındığını duyuyoruz. Bir fikri savunmadan önce mutlaka kendimize sormamız gereken soru: bunu, bana kendimi iyi hissettirdiği için mi yapıyorum yoksa doğrusu bu olduğu için mi? Savunduğum fikrin kaynağı güvenilir mi, paylaşım yaptığım kişi bu konu ile ilgili uzman bir kişi mi? Paylaşmadan önce fikri ortaya atan kişilerin eğitim, uzmanlaşma geçmişine mutlaka bakmamız lazım ki bilgi kirliliğini körüklemeyelim, aksine doğru kişilerin seslerinin ve bilimsel temelli bilginin duyulmasına aracı olalım.
Böcekler, insanların büyük bir çoğunluğunda korku oluştururken; sizin, böceklerle aranızda oldukça samimi ve sevgi dolu bir ilişki var. Hem böceklerle hem de doğanın bütünüyle olan ilişkinizin hikâyesinden başkalarına da ilham olabilmesi adına kısaca bahsedebilir misiniz?
Değişimin ancak birkaç kişinin “mükemmel” adımlarıyla değil, çok kişinin mükemmel olmayan çabalarıyla gerçekleşeceğini söylüyorlar, buna katılıyorum. Yalnız lütfen bu iyi niyetle yanlış adım atmak olarak algılanmasın. Üzerimize düşenlerin, zamanımızın, enerjimizin, maddi durumumuzun izin verdiği kadarını gerçekleştirmekten bahsediyorum. Ben de şehirde yaşayan biriyim. Her şeyi bırakıp kırsala yerleşmenin sürdürülebilir bir hayat kurmanın tek koşulu olduğunu düşünmüyorum. Aslında kentler kompakt yaşam alanları olduğu için daha enerji-etkin, su-etkin bir yaşam sunma potansiyeli var fakat uygulamada bu olmuyor maalesef. En çok kaynak tüketimi şehirlerde gerçekleşiyor. Kent planlamasında bulunması gereken yeşil koridorlara yer verilmiyor, sert zemin oranı yeşil alanların çok üzerinde kalıyor. Burada permakültürün babası Bill Mollison’un tutum ilkelerinden birini hatırlıyorum; sorun çözümdür. Dünya nüfusunun yarısından fazlasını barındıran şehirler problemin ana kaynağıysa çözümün de önemli bir parçası olarak kullanılmalılar. Burada bizim stratejilerimizi değiştirmemiz gerekiyor. Bu şehir planlama ölçeğinden bireysel çaba ölçeğine kadar değişken seviyelerde gerçekleşebilir.
Örneğin benim küçük bir balkonum var ve buradaki saksılarımın içine tozlayıcıların sevdiği bitkileri ekiyorum. Örneğin havuç; hem beni besliyor hem de hasat etmediğim birkaç kök havuç çiçeğe durduğunda çok çeşitli yabani arıların ziyaret ettiği bir besin kaynağı oluyor. Çiçekleri tohuma döndüğündeyse serçe gibi küçük kuşlar tohumlarını yemeye geliyor.
Mutfak artıklarımı atmıyorum, uygun olanlarla solucanlarımı besliyorum ve solucan kompostu yapıyorum yani atıklarımı gübreye çeviriyorum. Karbon-azot dengesini kurmak için bu kompostun içine mürekkepsiz karton artıklarını da ekliyorum, böylece çöpümden bir ürün daha eksilmiş oluyor. Bokaşi kompostu da yapılabilirdi, o zaman içine atabildiğim artık madde daha fazla olurdu. İster solucan, ister soğuk kompost, ister bokaşi… Her halükârda toprak için çok besleyici ve toprağın yapısını düzenleyici bir gübre çıkıyor. Ayrıca saksılarımda kendiliğinden çıkan yabani bitkilerin büyümesine de izin veriyorum çünkü aslında yabani dediğimiz bitkiler gerçek ev sahipleri, doğal olan onlar. Bunun yanı sıra toprağın ihtiyacını karşılayan bitkiler geliyor ve toprağımı iyileştiriyor. Aynı zamanda şehrin içinde doğal bitkilere küçük bir sığınak oluşturmuş oluyorum. Bu da yerli böceklerin yıllardır uyum sağladığı besin kaynağı demek, yani doğal böceklerin de devamlılığı demek. Kentin içinde ki bu doğal yeşil ağın kesintisiz devam etmesi yaban hayvanları için çok kritik gerçekten. Çok küçük de olsa bir katkıda bulunmaya çalışıyorum ben de. Şansım olduğunda paketli gıdalardansa doldurulabilir kaplar kullanarak alışveriş yapmayı tercih ediyorum. Mutfak ihtiyaçlarımı Açık Gıda Ağı’ndan alıp, yerel üreticileri desteklemeye özen gösteriyorum. Bunlar yalnızca benim bireysel çabalarım. İmkânınıza göre daha fazlasını yapabilirsiniz. Örneğin büyük bir bahçeniz varsa, ağaçlara böcek otelleri asabilir, yabani bitkiler için hiç biçilmeyen, ot temizliği yapılmayan ve ilaçlanmayan yamalar bırakabilirsiniz (veya bütün bahçenizin tamamını zehirsiz üretime döndürebilirsiniz). Yerli ağaç ve çalı türlerimizden dikebilirsiniz (çok çok önemli). Böyle adımlar o kadar çok şeyi değiştirir ki!
Özellikle çocukluk döneminizde ebeveynlerinizden ya da yakınlarınızdan doğayla bağınızın oluşmasına katkıda bulunan birisi ya da birileri oldu mu? Bu kişi ya da kişilerin doğayla olan ilişkinizin şekillenmesinde nasıl bir rolü olduğundan da kısaca bahsedebilir misiniz?
Ebeveynlerimin bu konuda katkısı çok büyük. Aslında özel olarak teşvik ettikleri için değil, sadece müdahale etmedikleri ve bu sevgiyi yaşamama izin verdikleri için. Bunu yapmaları yetti de arttı bile... 3-4 yaşlarındayken, annemle yeşil alanlarda yürüyüşe çıktığımızda mutlaka bir kırkayak bulup “tırtıl” diye yürüyüş boyunca elimde gezdirirdim. Yürüyüşün bir noktasında elimden düşürdüğümü fark eder, “Tırtılım nerde?” diye ağlardım. O zaman annemle yeni bir kırkayak bulur ve yolumuza devam ederdik. Komik bir anı ama 34 yaşımda hala unutamıyorum, eğer o günlerde annem bana kırkayakların pis olduğunu, elime almamam gerektiğini, bana zarar vereceğini söyleseydi, kızsaydı, yenisini bulmam için bana vakit vermeseydi bugün bir böceksever olamayabilirdim.
Biraz daha büyüdükten sonra, babamla dışarı çıktığımızda bazen çayırlardan bir çekirge alıp eve dönerdik, bir iki gün kavanozda besleyip aldığımız yere bırakırdık. Bunu küçük yaşta deneyimlemiş olmam benim için çok kıymetliydi, bu böcek sevgimi canlı tutan tecrübelerimden biriydi ki daha sonra laboratuvar ortamında büyüttüğüm böcekler de oldu. Belki de bunu daha kolay yapmamı sağladı. Üniversite yıllarımda ise peyzaj mimarlığı eğitimi alırken özellikle bitki korumaya odaklanan “Entomoloji ve Fitopatoloji” dersi aldım. Böcekleri içeren ilk eğitimimdi ve en ilgiyle takip ettiğim derslerden biriydi. Bir gün dersi veren Doç. Dr. Hamit Ayberk hocamla sohbet etmeye gittim, böcekleri ne kadar sevdiğimi, özel bir ilgim olduğunu ve dersten çok keyif aldığımı söyledim. Hocam sağ olsun çok ilgilendi, kendi doktora çalışmasında neler yaptığını açıkladı ve beni mezun olduktan sonra Orman Mühendisliği Bölümü’ne bağlı Orman Entomolojisi ve Koruma Anabilim Dalı’nda yüksek lisans eğitimi almaya teşvik etti. Bu benim için bir çocukluk hayalimi gerçekleştirme şansıydı ve mezun olur olmaz başvurumu yaptım. Hayatımın dönüm noktalarından biri oldu diyebilirim.
Röportaj: Sinem Uslu
YORUMLAR