“Eğitim alma hakkından yoksun kalmış insanların ülke nüfusuna oranla çoğunlukta olduğu ülkeler, eğitim hakkını kazanmış kişilerin çoğunlukta olduğu ülkelere her bakımdan mahkûmdurlar.”

(Eğitimin Patronları, sayfa 3)


Eğitim sistemi gerçekten çöküyor mu? Eğer öyleyse, bu çöküş devlet okullarıyla mı sınırlı? Özel okullar çöküşten muaf mı? Türkiye’de, eğitim sisteminin düşünme yeteneğini törpülediği ezberci nesiller yetiştirdiği sır değil. Peki o nesilleri yetiştiren öğretmenler hangi koşullarda öğrenim görüyor? Özel okul öğretmenleri, devlet okulu öğretmenlerinden farklı üniversitelerde mi yetişiyor? Eğer aynı eğitimi alıyorlarsa, ne kadar farklılaşabilirler? Bu durumda özel okulda öğrenim görmek ne kadar anlamlı? Batı ucundan doğu ucuna, bütün çocukların aynı iyi öğrenim imkânına sahip olmadığı ülkede yaşam nasıl olur? O ülkenin dünya ülkeleri arasında yeri neresi olabilir? Bu sarmaldan çıkmak için hangimiz, neler yapabiliriz?


Devlet okullarında ve özel okullarda elli iki yıllık öğretmenlik tecrübesi olan ve bugün meslek hayatını bir okulun kurucu temsilcisi olarak sürdüren Şule Yurcu’nun henüz yayınlanan kitabı Eğitimin Patronları, bu sorulara ve daha fazlasına cevap veriyor. Bu röportajı gerçekleştirmemize de sebep olan yukarıdaki alıntı, durumun ciddiyetini ve aciliyetini yeterince ortaya koyuyor.


Sağlık koşullarının gerektirdiği bir istirahat döneminde olmasına rağmen hthayat.haberturk.com’un sorularını yanıtlamayı kabul eden Şule Yurcu ile Zoom üzerinden görüştük.







- Sınav ya da test sistemini değiştirmemiz vakit alacak. Bunu değiştirene kadar öğrenciyi araştırmaya, sorgulamaya yönlendiren bir program uygulamak için neler yapabiliriz?

Ölçme araçlarından en kötüsü testtir. Test kitleleri ölçmeye, sıralamaya yarar. 500 puan üzerinden 500, 495 alan çocuk annelerimizin hayalindeki okula giriyor, 450 puan alan çocuk giremiyor. 450 ile 490 arasında bir başarısızlık mı var? Hayır. Ben bir eğitim bilimci olarak, bunun bir sistem olarak ele alınmasını reddediyorum. Bu düzen rant geliri elde eden yayınevlerinin, bazı öğretmenlerin ve dershanelerin işine geldi. Buna sistem adını verdiler. Aracını da test olarak ortaya koydular. Ve ne kadar çok test çözersek o kadar çok başarılı olurmuşuz gibi bir algı yaydılar. Bunlar, sınavda süreyi yönetebilmek amacıyla, sadece kovaya bilgi doldurmak üzere hap haline getirilmiş bilgilerin ezberletilmesinden ibarettir. Bakın bu sınavlar 1980’lerde başladı. 1980’li yıllardan itibaren sınavlara giren insanların, sorgulamaktan daha çok kendi hazlarının peşinde olmaya başladıkları gözlemleniyor.


“Z kuşağı sorgulamıyor, hazlarının elinden alınmasına tahammül edemiyor”

-Neden böyle?

Mesela Z kuşağı deniyor ve büyük umut bağlanıyor. Z kuşağı sorgulamıyor aslında. Hazlarının elinden alınmasına tahammül edemiyor.


-Test çözen kuşağın kendi hazlarının peşinden koşmasıyla ilgili bilimsel bir araştırma mı var?

Testle ilişkilendirerek söylemek istemedim. Yeni nesil daha fazla kendi hazlarına düşkün demek istedim. Bunu herkes gözlemleyebilir. Bu yaş gruplarıyla görüşmeye başladığım zaman şunu görüyorum: Kendilerine ayırdıkları zamanı, onları mutlu eden ilgi alanlarını engellemeye başladığınızda çok kötü oluyorsunuz. Bu, bu yaş gruplarının sosyal çevrelerindeki uyaranların artmasının etkisi. Test konusuna dönersem, bu sınavlardaki başarı miktarını ne yaparsanız yapın, belli bir orana getirebiliyorsunuz ve bunun dışına çıkamıyorsunuz. Yüzde 20’lik bir kısım vardır, sezgisel öğrenir. Zihinsel yetenekleri doğuştan güçlüdür. Bu sınavlarda o çocuklar başarılı olur. Geri kalan yine başarılı olamaz. Bu da yüzde 80’dir.


-Kitapta öğrencilerin yüzde 40’nın aktif yaşantıdan, yüzde 40’ının somut yaşantıdan, yüzde 20’sinin soyut veya sezgisel öğrendiğini söylüyorsunuz.

Biraz önce söyledim, 495’in altında kalan çocuk başarısız addediliyor. Çocuk, daha ortaokulda kendini başarısız görüyor, “Ben hiçbir şey yapamayacağım” diyor. Güçlü yanlarını tanıma ya da tanımama konusunda gelişmekte oldukları için, bu çağdaki çocuklarda daha zararlı hale geliyor. Ve gerçekten yüzde 80 çocuk heba ediliyor. Oysaki güçlü yanlarını tanıması ve soru sormaya başlaması son derece önemli. Aile ve öğretmenin kendini keşfetmesi için ona bir rehber olması lazım.


“Bol bol test çözen çocuğun öğrenme becerilerini kazanması engelleniyor”

-Siz bu durumun farkında bir öğretmen olarak, bunu aşmak için uzun yıllar içinde neler yaptınız? Öğretmenlere neler önerirsiniz?

Aslında bu tarz sınavlar dünyada var. Ama ülkemizdeki gibi yanlış yöntemlerle çocuklara verilmiyor. Öğrencilerin zihinsel becerileri kazanması sağlanıyor. Bu süreç anaokulunda başlıyor, beş yaşta ve altıncı sınıf sonuna kadar devam ediyor. Sonra çocuk orta öğretime geçiyor. Bizde daha ilkokul ikinci sınıfta, çocuğa bol bol test çözdürülürse sınavları kazanır zannediliyor. Bu arada bol bol test yaptırılırken çocuğun öğrenme becerilerini kazanması engelleniyor. Bakın benim yıllar önce eğitim pedagojisinde öğrendiğim bir sistem var.


-Nedir?

Kişi önce beceri kazanmalı, bu beceriyle bilgiye ulaşmayı, bu bilgiyi kullanmayı bilmeli ve bütün bunları deneyimlemeli. Biz ne yazık ki ülkemizde bu sabrı göstermiyoruz. Özellikle velilerimiz göstermiyor. Çünkü doğru bilinen bir yanlış var. Adı, test sistemi. Esasen konuşmamız gereken, eğitim felsefeleri ve bu felsefeye uygun öğrenim programlarıdır. Ben bir öğretmen olarak, çocukların becerilerini geliştirmeye çalıştım.


-Kitapta bahsettiğiniz “çocuğa görelik ilkesine” mi uydunuz?

Çocukların ölçütleri, verileri öğrenme! Bu becerilere göre neden-sonuç ilişkileri kurmaları, düzenleme yapmaları, çevreye varmaları gerekir. Çevreye varabilmek için çevreyle ilgili tüm verileri irdelemek gerekir. Onları veri bakımından incelemek gerekir. Ama ülkemizde öğrenci de, öğretmen de bunun farkında değil. Batı’da farkında çocuklar. Çünkü orada ilk verilen şey, özelliktir. Şimdi bu kitaptır, bu tabaktır. Birine kitap, birine tabak dememizin nedeni özellikleridir. Bizim bunları özellikleriyle ayırt ettiğimizin farkında olmamız gerekir. Anaokulundan itibaren bu tür çalışmalarla farkındalık ve bilinç yarattığımız zaman, çocuk tanımı kendisi buluyor. Neden kitap diyoruz? Kitap bir konuyu açıklar, teması vardır. İçinde olaylar, kahramanlar vardır... Ama “yetişmiyor” mantığı adı altında öğretmen tanımı kendi yapıyor, çocuk da hap yapıp yutuyor.


- Finlandiya, Singapur eğitim sistemi gibi uygulandıkları yerlerde başarıya ulaşmış sistemleri getirip Türkiye’deki eğitim sistemine oturtmaya çalışıyoruz. Fakat sonuç alamıyoruz. Siz kitapta diyorsunuz ki öğrenci aynı değil, kültür aynı değil, öğretmen aynı değil, aile aynı değil. Açıklar mısınız, neden?

Bizzat IB (Uluslararası Bakalorya Öğretmen Sertifikası’na sahip öğretmen) öğretmeni olduğum için buralar gittim ve öğrenimi gördüm. Şöyle söyleyeyim: Bizim okullarımızda, yemekhanelerde ve lokantalarda çocuklar koşarlar, oynarlar, bağırarak konuşurlar. Ben Finlandiya’da, bir okulun yemekhanesinde 400 öğrencinin yemek yediğini ve çatal sesi bile duymadığımı yaşadım. Bunu sorguladığımda, bu düzenin, bu eğitim tarzının evden geldiğini söylediler. Bizim velimiz, çocuğumuz, kültürümüz aynı değil derken bunu söylemek istedim. Çünkü bizim velimiz, yaşlılardan ve babalardan başlayarak şöyle der: “Ver şunun istediğini!” “Sustur şunu!”


Bir otele gidiyorsunuz, annenin elinde bir çatal, teyzenin elinde bir çatal, çocuğun peşinden koşuyorlar. Batı’ya ya da o tür ülkelere gidiyorsunuz. Çocuğu oturtuyor sandalyesine, üstüne bol bir önlük giydiriyor. Eline kaşığını ve çatalını veriyor, çocuk kendi kendine, döke saça yiyor. Aile bundan mutlu, çekinmiyor. Döktü de yedi üstünü kirletti gibi bir derdi yok. Çocuk yemeğini bitiriyor, o da kendi yemeğini bitiriyor, topluyor örtüsünü ve kaldırıyor. Bizim ailelerimize bunu anlatmak mümkün değil.



“Terlediğin zaman haber ver, birlikte üstünü değiştirelim”


- “Çocuğumun teriyle, yemeğiyle kimse ilgilenmiyor”a bağlanıyor bu söyledikleriniz.

Evet. Anaokulu neden vardır? Anaokulunun birinci amacı, çocuğa öz bakım becerilerini kazandırmaktır. İkinci amacı da çevresindekilerle ilişki kurmasını sağlamaktır. Şimdi biz bu amaçları göz ardı edip okulları çocuk bakım yeri haline getirdiğimiz için, öğretmenin oturup onun ağzına yedirmesini bekliyor veli. Öğretmenin onun paltosunu giydirmesini bekliyor. Halbuki öğretmenin görevi ona yemeyi, giymeyi öğretmek. Bunu da çocuk kendisi denemedikçe, deneyimlemedikçe, giyip çıkarmadıkça ya da çatalı ağzına götürüp getirmedikçe yapması mümkün mü sizce?


Sonra ne oluyor? 6 yaştan itibaren çocuk çok akıllanıyor. Ve hazlar başlıyor. Diyor ki: “Nasılsa beni yediren var, ben niye uğraşayım ki?” “Ben bu arada bebeğimi giydiririm” ya da “Arabamla uğraşırım, o benim ağzıma tıksın dursun.” Bu şekilde akıllandığı için büyüdükçe yemeğe doğru hiç özen göstermiyor. Özel okul velilerinin sorguladığı en önemli konulardan bir tanesi: “Ne yedi bugün?” “Yedi mi, yemedi mi?” “Terlemiş, üstünü niye değiştirmediniz?” Halbuki öğretmen çocuğa, “Bana haber” diyor. “Terlediğin zaman haber ver, birlikte üstünü değiştirelim.” Çünkü çocuğun bunu öğrenmesi gerekiyor.


-Bunları bana anlattığınız gibi onlara da anlatıyorsunuz mutlaka. Bunu “Öğretmenler, veliler ve çocuklar beraber yapacağız” diye. Veliler nasıl tepki veriyor? Anlayan, uyum sağlayan, “Evet çocuğuma verdiğim eğitimde bir düzenleme yapmam lazım” diyen bir kesim de var mı?

Tabii ki... Zaten öyle bir kesim olmasa, toptan yıkılırsınız.


-Bu durumu, doğru bildiğimiz yanlışlara bağlıyorsunuz kitapta.

Eğitime patron dememin nedeni, doğru bildiğimiz yanlışların peşinden koşmak.


“Benim milletime uygun eğitim köyden başlıyor”

-Yanlışların farkında olan öğretmenler, veliler, okul yöneticileri ve milli eğitim düzeyinde yöneticiler var aslında. Ancak ne öğretmenler, ne çocuğunu özel okula göndermek için bankadan kredi alan veliler, ne üniversite düzeyinde öğrenciler bunu bağırarak dile getirmiyorlar. Gazetelerde de eğitim, öncelikli haber konusu değil. Siyasîler de eğitim konusuna ne parti programlarında geniş yer veriyor, ne de seçim propagandalarında bunu öne çıkarıyor. Eğitim sistemini böyle kısık sesle eleştirmeyi neye bağlıyorsunuz?

Birinci nedeni, başından beri açıkladığımız rant olayı. İkinci önemli neden, ideolojik. Hükümetler, kendi ideolojilerini gerçekleştirmek amaçlı geldiği için, Milli Eğitim Bakanlığı’nı kendi oyuncakları haline getiriyorlar. Halbuki, anayasamız nasıl milletin kabulü ile onaylanıyorsa, milli eğitim programlarının da aynı şekilde milletçe onaylanması gerekir. Atatürk devreden çıktıktan sonra, yine Osmanlı döneminde olduğu gibi ideolojilerin devreye girdiğini görüyoruz. Bazıları özellikle Atatürkçülüğü tabulaştırıp gerçek Atatürk’ü tanıtmadan eğitim içine sokuyor. Bazıları da dindarlığı eğitim içine sokuyor. Şu an, kitabımda bahsettiğim gibi tarikatlar devralmış durumda eğitimi, öğretimi. Atatürk’ün “Ben dine değil tarikatlara ve tarikatlardan oluşan cemaatlere isyan ediyorum” dediğini hepimiz biliyoruz. Çünkü tarikatlar ve cemaatler Osmanlı’yı yıpratmış ve yok etmişler. Atatürk bunu yaşamış. Kitabımda, eğitimin gerilemesinin Osmanlı’nın yıkılmasındaki payını biraz irdeledim. Araştırırken mahalledeki hocaların, para karşılığı müderris olduğunu gördüm. Bugün yatılı Kuran kurslarında çocuklar taciz ediliyor, tecavüz ediliyor. Veliler buraya çocuklarını inanarak gönderiyor ve burada ölen çocuk için de “İyi ki ölmüş bu yolda gitmiyorsa” deniyor. Bu ideolojiden kurtaramazsak zaten, mümkün değil değiştiremeyiz eğitim sistemini. Üçüncü sebep, doğruyu aramak, bilmeye çalışmak. Merak ettiğimiz bir alanda önce bilimsel araştırma arayıp sonucuna bakmamız gerekir. Ama bizde önce komşuya soruluyor.


-Atatürk’ün söylediği “Milli karakter ve tarihimize uygun bir kültür” sözüne yer veriyorsunuz kitapta. Siz bu sözden ne anlıyorsunuz?

Atatürk’ün birçok eğitim bilim insanını Türkiye’ye davet ettiğini, Türk eğitim ve öğretimini incelettirdikten sonra onları dinlediğini biliyoruz. Buradan çıkarımları var Atatürk’ün ve diyor ki: Benim milletime uygun eğitim ve öğretim köyden başlıyor. Bana öyle bir eğitim, öğretim modeli bulun ki, benim köylüm aydınlansın. Köylü aydınlanması Atatürk için çok önemli. Bunun için gezici millet mekteplerini, köy enstitülerini oluşturmaya başlıyorlar. Bir an önce halkın aydınlanması, Türkçe okuma yazma öğretilmesi için gerçekten bir seferberlik yapılması gerekiyor. Şu an bu seferberlik geriye dönmüş durumda. Düşünebiliyor musunuz, köylere kurulan bu okullar kapatıldı.


-Köy enstitüleri mi?

Evet, onlar kapatıldı, taşımalı eğitim başladı. Taşımalı eğitimde çocuğu takip etmeniz çok kolay değil. Gezici millet mekteplerine dönseler çok daha iyi olur. Yani çocuğun gidemeyeceği uzaklıktaki bir okuldan mesela beş saat eğitim almak yerine, kendi ayağına gelen bir gezici okuldan üç saat eğitim alması daha yararlı. Bizde eğitimde nitelik aranmıyor, nicelik aranıyor. “Kaç saat İngilizce veriyorsunuz?” Ben 15 saat İngilizce vereyim. Veremedikten sonra bir faydası yok ki… Saatten çok, kullanacağımız yöntem ve teknik çok önemli.


-Öğretmen eğitimindeki eksikleri, yanlışları kitapta açıklıyorsunuz. Yakın zamanlı bir tweet’inizde de sistemin çöktüğünü söylüyorsunuz. Öğretmenler de, aileler de bu çöküşün farkında. Ailelerin yapmaya çalıştığı, bütün imkânlarını seferber edip, yoksa yaratmaya çalışıp çocuklarını özel okula göndermek. Böylece çocuklarını daha iyi eğitim almış, kendini geliştirmiş, gelişmiş öğretmenlere teslim etmek. Ama öğretmen yetişmiyorsa bu çabanın anlamı var mı? Çünkü özel okul öğretmenleri başka bir yerde yetişmiyor.

Bütün öğretmenler aynı havuzdan geliyor.


“Okul, öğretmenini nerelere eğitime gönderiyor?”

-Demek ki öğretmenler aslında iyi eğitim almıyorlar. Öğrencilere ihtiyaçları olan bilgileri, uygun yöntemler kullanarak verecek donanıma sahip değiller. Etkisizler. Bu demek oluyor ki, özel okullara giden çocuklar belki fizîken daha steril ortamlarda bulunacaklar, ama gereken eğitimi alamayacaklar. Okulun kapısından dışarı adım attıkları andan itibaren, ailelerinin karşılaşmalarını istemedikleri kesimlerle bir araya gelecekler. Ve zaten olan da bu. Eğitim sistemini konuşurken öğretmen eğitimini öncelikli olarak konuşmamız gerekmiyor mu? Çünkü bir ulusu, bir kültürü oluşturmada öğretmen birinci derecede etkili bir figür. Öyle değil mi?

Çok haklısınız. Eğitim patronları, kendi ideolojisindeki öğretmeni yetiştirmek peşinde. Yine eğitimin patronları, kendi sloganlarını uygulayacak öğretmen almak peşinde. Velilere de yazık oluyor bu arada. Çocuğunun okul, giyim, yemek parasını kazanma telaşı içinde, fedakarlık yapıp avuç dolusu para verip gönderdikleri özel kurumlarda çocukların gerçekten öğrenip öğrenmediğini bilmiyorlar. Bu arada çocuğa görelik ilkesini atladık.


-Sırada bekliyor.

Bizim ülkemizde herkes kabul etmeli ki öğretmen yetişmiyor. Hele son iki yıldır Covid’i, onun öncesini de koyarsak… Çünkü profesörler, asistanlarına notları iletiyorlar, asistanlar öğrencilerine notları verip “Bunları çalışın, vizeye gelin” diyorlar. Böyle öğretmen olunmaz. Öğretmen olabilmek için gerçekten vicdanen ve beynen hazır olmak gerekiyor. Anne-baba olmak gibi. Öğretmen de “Ben öğretmen olmaya ne kadar hazırım?” diyebilmeli. Ama bizim ülkemizde şöyle denir: “Hiç değilse bir öğretmen olsun.” “En sona eğitim fakültesini yazdım. Açıkta kalmayayım diye.” Bunlardan öğretmen olmaz. Çünkü öğretmenlik biraz da yenilikçi olmak ve sürekli arayış içinde olmak mesleğidir. Aksi taktirde nesillerle başa çıkamazsınız. Bakın ben şu an 70 yaşındayım. Eğer ben yenilikçi olmazsam, şu an okulumdaki altı yaşında, on yaşında olan çocukları anlayamam. O yüzden ben çocuğumu bir özel okula versem, neyi sorgularım biliyor musunuz? Okul, öğretmenini eğitmek için nerelere gönderiyor? Öğretmenine eğitim ve öğretimi için ne kadar zaman harcıyor? Çünkü aynı havuzdan gelen öğretmenlere, kendi okulunuzda başarılı olmaları için eğitim vermek zorundasınız siz. Türkiye’de özel okulların yüzde 75-80’i, öğretmenine eğitim vermiyor. Verenler de zaten isim yapmış okullar ve maalesef bu okullar yüksek puan ve yüksek ekonomik gelir gerektiriyor.


-Yani veliler, “Çocuğuma eğitim verecek öğretmene eğitim imkânı tanıyan okul” diye okul aramalı.

Aynen.

“Çocuğunuza emek harcamayı öğreteceksiniz. Sadece kuru zekâ ile hiçbir yere varılmaz”

- Bu sarmalın içinde hem kendine yatırım yapmak hem de iyi öğrenci yetiştirmek için kendini paralayan öğretmenlere ne önerirsiniz? Kendi kendilerine nasıl güç sağlarlar? Bu kısıtlı imkânlar içinde kendilerine nasıl yatırım yapabilirler?

Öğretmenlerin mahkûmiyetlerinin en önemli nedenlerinden biri, zaten ekonomik özgürlüklerinin ve iş bulma olanaklarının kısıtlı olması. KPPS sınavları, bir de mülakat eklendi şimdi, yüksek puan dahi alsa öğretmenlik mesleğini elde edemeyişi... Önlerinde bir sürü set var. Ne yapabilirler? Okulunun onlara bir ortam açması şart değil. Bakın şu an ne güzel böyle karşılıklı konuşabiliyoruz. Öğretmenlerin de gruplar yaratarak böyle görüşmesi mümkün. “Gerçekten öğrencimin sorgulamasını, kendi öğrenme becerileriyle bilgiye ulaşmasını ve bilgiyi sentezlemesini istiyorum” diyen öğretmenler bir araya gelip tartışabilirler. Bu olanak var. Yeter ki “düşünen” olsunlar. Farklı olmak için bir yol bulsunlar. “İstiyorum ama yol bulamıyorum. Kimse de bana gel yapalım demiyor.” O zaman sen de "Gel yapalım" birilerine. Bir örnek vereyim. İki değerli arkadaş, Raftan Cana diye bir grup kurduk. Raftaki eğitim, öğretim kitaplarını alıp hep birlikte okuyup tartışıp cana değmesini sağlamak için bu adı verdik. Ama biz yürüttük. Sonra görev verdiğimiz diğer arkadaşlar bıraktılar.


-Neden bıraktılar? Bir şey söylediler mi?

Başladığımız işi devam ettirme konusunda da biraz zayıfız. Kişilerle yürüyor işler. Baktığımda şunu görüyorum: Hâlâ vatandaş olamadık. Hâlâ bizi yönetecek birisi olsun istiyoruz. Toplayacak biri olsun. Biz onu dinleyelim. Hazırlık yapmayalım.


-Bu da bizim biraz kültürel yapımızdan ileri geliyor zannederim. Çocuk mesela bir şey söylediğinde evde “Sen küçüksün, bilmezsin” denir, oradan başlıyor.

Merakı öldürmeye oradan başlıyoruz.


-Kitapta öğretmenlere sempozyum, konferans, eğitim gibi kendilerini geliştirecek ne bulurlarsa onu takip etmelerini öneriyorsunuz.

CV’lerine deste halinde yazıyorlar. Şu eğitimi aldım, bu sertifikam var. Ben hep sorarım öğretmenlere, böyle bir CV geldiğinde önüme: “Peki, heybende ne var?” “Onu çok gençken öğrenmiştim. Şimdi açıkçası çok fazla bir şey uygulamıyorum.” “Niye uygulamıyorsun?” “Çünkü sınav sistemi var.” Bizim ülkemizde birazcık da kültür olarak şöyle: “Benim dışımda herkes.” “Benim dışımda bir takım nedenler.” Ben yapacağım ama benim dışımdaki nedenler, buna mani oluyor konusunda da doktora yapmışlığımız vardır.


-Çocuğun gelişimini aile ile paylaşmanın özellikle Türkiye’de zor olduğunu söylüyorsunuz. Neden?

Çünkü, çocuğunu okula karşı müdafaa eder hale gelmiş durumda veliler. Yüzde 80’lere çıkmış vaziyette aşağı yukarı bu oran. “Benim çocuğum çok zeki, sen öğretemiyorsun.” Böyle bir algı var. Velilere özellikle akıl, zekâ konusunda kısa açıklamalarda bulundum. Türkiye’de yetenek dediğimiz konular, artık zekâdır. Zekâ sayısal değildir.


-Zekânın çeşitleri var.

Evet, zekâ performanstır. Ve illa okul şart değildir. Alaylı dediğimiz kişiler vardır, ki Mimar Sinan buna çok önemli bir kanıttır. Hiç okul görmeden mimarlık dehaları yapmıştır. Dolayısıyla zekâdan ziyade akıl geliştirmek, güçlü yanını tespit etmek, o güçlü yanda akıl geliştirmek son derece önemli. “Çocuğum çok zeki.” Yani biz işimizi bitirdik, bütün iş sizde! Halbuki akıl değil, zekâ değil, aslolan emektir. Siz çocuğunuza emek harcamayı öğreteceksiniz. Emek harcamadan, sadece kuru zekâ ile hiçbir yere varılmaz.


Öğretmen çocuğa soru sormalı

-Ama işte aileler peşinde çatalla koşunca, çocuğa emek vermeyi öğretemiyor olabilirler.

Aynen. Siz eğer çocuğunuzun arkasından paltosuyla koşuyorsanız, ter beziyle, çatalla koşuyorsanız olmaz. Park yerinde, çocuk parkta eğlenirken “Ay oraya gitme!” “Dur oradan düşersin!” diyorsanız, ne yazık ki gerçekten kendini ifade edebilen, kendi güçlü yanlarını tespit etmiş, kendine inanan çocuk yetiştirmiyorsunuz demektir. Bakın kendine güvenen demiyorum. Bizde, ülkemizde yine eğitim kültürü bakımından güven tavan yapmış vaziyette. Bizim ülkemizde bilinçsiz, gereksiz güven vardır, ama öz bilgi yoktur. Öz bilgi çok önemli. Öz bilgi kendini tanımaktır. Güçlü yanlarınızı ve ilgi alanlarınızı bilmektir. Ne veli tanır bunu, ne öğrencinin tanımasına fırsat verir. Böyle olduğu için de çocuk ayakları üzerinde duramaz. Gelişemez. Benim rahmetli eşim deniz subayıydı. Derdi ki: “Bizim ülkemizde çocuklar nasıl yetişiyor ben şaşırıyorum. Gemiye gelen 20 yaşında çocuk yatağını, dolabını düzeltmeyi bilmiyor. Başına dikilip bir ay yatak ve dolap düzeltmeyi öğretiyoruz.” Buradan ölçün. Bunlar hep korumacı ailelerden geliyor. Ve korumacı aile şu anki zamanda çok arttı. Eskiden ataerkil ailede bu daha azdı. Ama orada da aşırı bir baskı vardı. O baskıyla omuzlarınız çöküyordu. O da yanlış, aşırı hür bırakmak da yanlış. Çerçevesini belirtip o çerçevede kalmasını istemek gerekiyor. Kendisine fiziksel zarar gelmeyecek alanda özgürlük tanımak gerekiyor.


-Özel okullarda ailelere, çocuklara, öğretmenlere cinsiyet eşitliği, şiddet, istismar konularında eğitim verilmesi okul yönetim kadrolarında konuşulan bir şey mi? Gerçekleştiriliyor mu?

Bu, her şeyden önce okul yönetimiyle doğru orantılı. Okul yönetiminin bunları ne kadar ciddiye aldığı çok önemli. Benim çalıştığım okullarda biz bunları sürekli dile getirdik. Bağımlılık, cinsellik, kendini koruma, kendi kişisel özelliklerini koruma gibi hem öğrencilere, hem velilere, hem öğretmenlere bu alanda eğitimleri fazlasıyla sağladık. Ama tüm Türkiye olarak bakacak olursak tutucu olup sağlamayan, konuşmayan çok var. Yani özellikle Doğu Anadolu’da, İç Anadolu’da bunları konuşmak günah. Veliler okula toplantıya gelmiyor, bültenler aracılığı ile bunu yapmaya çalışıyoruz. Burada da okuma yazma çok önemli, kadınlar bilmiyor okuma-yazmayı. Kocaları ise alıyor, “Bu seni alakadar etmez” diye yırtıp atıveriyor. Yani hâlâ Türkiye bu konuda beklenen yerde değil.

-Bütün bu sorunların üstesinden gelmek için bizde zaten var olan, sadece kullanmamızı bekleyen en önemli araçlar, yeteneklerimiz, deneyimlerimiz neler?

Bu konuda sosyal medyaya, teknolojiye çok değer veriyorum. Bunu insan yararına kullanırsak çok büyük faydaları olur. Sosyal medyayı kullanıyorum, kitap yazıyorum. Biz de bir aydınlanma geçireceğiz diye düşünüyorum. Bunun için hepimiz elimizden geleni yapmalıyız, bıkmamalıyız. Bıkar, vazgeçersek kötü. Ben dilimin döndüğü kadar beni dinleyenlerle, soru soranlarla bilgi paylaşımında bulunuyorum. Öğretiyorum demek istemiyorum, çünkü öğretemezsiniz, öğrenmek istiyorsa öğrenir. Öğretme diye bir olay yoktur, öğrenme diye bir olay vardır beyinde. Bunu destekleyen, körükleyen en önemli duygu da meraktır. Dolayısıyla siz küçük yaştan itibaren merak duygusunu öldürmeyeceksiniz. Ve soru soranın sorularına yanıt vereceksiniz. Soru sormasını engellemeyeceksiniz. Belki daha yararlı soru nasıl olabilir, onun üzerinde tartışabilirsiniz. Ama soru sormasını engellemeyeceksiniz, bütün bu paradigmalarla yavaş yavaş ilerleyebilir ve belli noktalara yürüyebilir, gidebilirsiniz diye düşünüyorum. Konuşmaya ve yazmaya devam edelim. Korkmayalım. İnsanın kapasitesini artırması için de beceri kazanması gerekiyor. Kapasitemizi arttırmamız gerekiyor. Bu becerilerle karşısına çıkan bilgileri yordaması ve deneyimlemesi gerekiyor.


“Çocuğa görelik ilkesinde, öğretmenin sorusunun çocuğa göre cevabı olmalı”


Çocuğa görelik ilkesi demiştik… Diyelim ki, ben öğretmen olarak, alıyorum, çocuğun bunu bilmesi gerekiyor diye karar veriyorum. Ve onu çocuğa empoze ediyorum. Bu çocuğa görelik ilkesi değildir. Çocuğa görelik ilkesi, çocuğun bunu gerçekten kendi aklıyla süzgeçten geçirip deneyimlerine katmasıdır. Sizin yapabileceğiniz şey, onun bu yordamayı yapabilmesi için, ona nasıl yaklaşmanız gerektiğini bilmektir. Ve sizin dört, altı, on yaşındaki bir çocukla on dört, on sekiz yaşındaki bir çocuğa yaklaşımlarınız aynı olursa eğer, birinden birini kaybedersiniz. Öğretmenlerimle bunu çok tartışıyorum. Diyor ki mesela: “Onunla benim aramda bir mesafe var. Bu mesafenin ne kadar olduğunu ona nasıl öğreteceğim?” Sen öğretmeyeceksin. Ona öyle bir soru sormaya başlayacaksın ki o düşünmeye başlayacak. “Sen orada duruyorsun, ben burada duruyorum. Aramızda ne kadar bir uzaklık vardır nasıl belirlersin?” De, o belirlesin bakalım. Karışıyla mı belirler, cetveliyle mi belirler, kilometreyle mi belirler, o yaş durumuna göre değişir. Anaokulundaki bir çocuk “Kalemlerimi, karışlarımı art arda getiririm” diyebilir. İlkokuldaki çocuk “Cetvelimle ölçerim” diyebilir. Ortaokuldaki çocuk “Metreyle” der. Dolayısıyla bırak o cevap versin.


-Çocuğun düşünebilmesi için öğretmenin soru sorması gerekiyor.

Öğretmenin soracağı soru çok önemli. Ve öğretmenin soracağı sorunun cevabı olmamalı. Çocuğa göre cevabı olmalı. O soru herkese sorulabilmeli. Her yaş grubuna. Yönlendirmemeli. Talimat vermemeli. Bu ölçütler çok önemli.


-O zaman öğretmenin elindeki en önemli araç, gereç ve yöntem soru sormak.

Evet.



Eğitimin Patronları

Yazardan Direkt Yayınevi 35 TL.


Şule Yurcu kimdir?

Şule Yurcu, Bursa Kız Öğretmen Okulu’nu bitirdi. 1969 yılında öğretmenliğe başladı. Eğitim pedagojisi, ilköğretim matematik öğretmenliği bölümlerini tamamlayan Yurcu yirmi iki yıl resmî, otuz yıl özel okullarda öğretmen ve yönetici olarak görev yaptı. 1985-2012 yılları arasında İstanbul, Boğaziçi, Marmara ve Kültür Üniversitelerinin Sürekli Eğitim Merkezlerinde, 1995-2012 yılları arasında da Amerika, İngiltere, İsviçre başta olmak üzere birçok ülkede ECİS ve IB eğitimlerine katıldı. Londra’da Bath Üniversitesi’nde “Eğitim Yönetimi” Sertifika Programı’nı tamamladı. Harward Üniversitesi’nde Howard Gardner’dan “Çoklu Zekâ” ve “Beş Akıl,” David Perkins’tan “Anlamaya Farklı Bakışlar,” Anderson’dan “Bilgiye Ulaştıran Bilişsel Beceriler” taksonomisi ile ilgili eğitimler aldı. California Berkeley Üniversitesi’nde İngilizce adı “Great Exploration Math Science” “Math Their Way” eğitim programlarına katıldı. Halen bir özel okulda kurucu temsilci olarak görev yapıyor.


Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.