Bir süredir Recep Tayyip Erdoğan'ı anlama, seçimlerinin arkasındaki insanı görebilmeye yeniden niyet koydum. Bu sırada, çocuk istismarı üzerine araştırmalar yapan Alice Miller'ın ''Başlangıçta Eğitim Vardı'' kitabında, Adolf Hitler'e empatiyle yaklaştığı, onun çocukluk yıllarını ele aldığı makalesine geri döndüm. Aynı zamanda, Miller'ın ''Beden Asla Yalan Söylemez'' kitabında diktatörlerle ilgili yazdığı paragrafları yeniden gözden geçirdim. Bunları okurken de Erdoğan'ın çocukluğuyla ilgili internette araştırmaya daldım ve karşıma çıkanlara hiç şaşırmadım.


Adolf Hitler'in annesi, Klara Pötzl, hasta karısına ve iki çocuğuna bakmak için amcası Alois'in yanına taşınıyor. Daha karısı ölmeden, 48 yaşındaki Alois tarafından 24 yaşında hamile bırakılıyor Klara ve sonra evleniyorlar. 2,5 yıl içinde üç çocuğunu doğumlarından kısa süre sonra kaybediyor. Tüm bu derin güvensizlik ve huzursuzluk içinde Adolf dünyaya geliyor. Annesinin amca dediği babasından, annesinin gözü önünde her gün fiziksel şiddet görüyor. 13 yaşında Yahudi kanı taşıyan babasını kaybediyor, 20 yaşına geldiğinde de annesini. (Yukarıdaki siyah beyaz fotoğrafta Hitler'in bebekliğini görüyorsunuz.)


Miller, benim için çok anlamlı şu soruyu soruyor makelesinde: Bir yandan ana-babası tarafından dövülüp aşağılanan, bir yandan da ona bunları yapan insanlara saygı göstermek, onları sevmek ve acılarını hiçbir şekilde göstermemek zorunda bırakılan bir çocuğun içinde neler olmaktadır? Ve devam ediyor… ''daha sonraki yıllarda ortaya konan eylemler bu kötü davranışların aslında unutulmadığını, bir yerlerde saklandığını gözler önüne serer. Ama bu farklı bir biçimde görülür: Bir zamanlar zulüm gören çocuk artık zulüm eden olmuştur.


Dayak yeme, manevi yönden aşağılanma, istismar edilme kaçışın mümkün olmadığı ve yaşanan cehennem kimse tarafından cehennem olarak görülmediğinden yardım edecek hiçbir kimsenin bulunmadığı, sürekli tekrarlanan dışavurumu mümkün olmayan, tek çare yansıtmak ve bastırmayla unutulmaya çalışılan bir durumdur. Savaş ilan etmenin heyecanında bir zamanlar maruz kalınan aşağılanmaların öcünü alma umudu canlanır. Bir zamanın küçük çocuğu en sonunda aktif olabilme ve susmak zorunda olmama şansını yakalamıştır.''


Tayyip de Adolf gibi ''ari ırktan'' değil, Gürcistan'dan Rize'ye göç eden bir aileden. Babasının çok asabi olduğunu, öfke krizleri geçirdiğini, üstü kapalı olsa da ciddi ve sürerli şekilde dayak yediğini vurguluyor röportajlarında. Babası çok kızgın olduğunda, sakinleşmesi için Tayyip gidip babasının ayaklarını öpermiş ve sakinleşirmiş baba. Küfre karşı son derece tahammülsüz ve bir gün komşuları çocuk Tayyip'in ettiği küfrü babaya şikayet edince, baba çocuğunu kollarının altından iple tavana, 15-20 dakika, orada akıllansın diye asılı bırakmış. Baba yanında olmadığı zaman da Tayyip'i eliyle kuran kursundaki hocalara teslim edermiş. İmam hatip yılları boyunca da sürerli bir şekilde hoca dayağına maruz kalmış.


Adolf da Tayyip de babalarıyla ilgili röportajlarda onlardan hep saygıyla bahsediyorlar. Alice Miller'ın altını çizdiği, totaliter düzenlerdeki ebeveyne zorunlu duyulan hürmet, içinde birikmiş olan tüm nefreti belli bir objeye yöneltmeye insanı zorluyor, böylece baba nefretten korunuyor. Bu obje, Adolf için ari ırktan olmayan herkes, Tayyip içinse kendini sevmeyen herkes.


''Farkında olmadan dünya siyaseti sahnesinde çocukluğunun gerçek dramını ortaya koymuştur. O, tıpkı bir zamanlar babasının olduğu gibi bir diktatördür. Söz söyleyebilen tek kişi odur. Geri kalanlar susup itaat etmek zorundadır. İnsanların içine korku salan, ama aynı zamanda da halkın sevgisini kazanmış olan odur. Tıpkı bir zamanlar Klara'nın kocasına kul köle olduğu gibi şimdi ona köle olan bir halkın sevgisini.''


''Hitler'in kadınlarda uyandırdığı hayranlığı biliyoruz. Kadınlar için o, neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilen babayı temsil ediyordu. Öte yandan onlara çocukluğundan beri içlerinde birikmiş olan nefreti dışa vuracak bir yol sunmuştu. Bu bileşim, Hitler'in, kadın ve erkekler arasında büyük bir bağlılık kazanmasına yol açmıştı. Çünkü bütün bu insanlar zamanında itaat etmek için yetiştirilmiş, görev bilinciyle ve Hıristiyanlığın meziyetleri içinde büyütülmüş, nefret ve ihtiyaçlarını çok erken yaşta bastırmayı öğrenmek zorunda kalmışlardı. Şimdi de karşılarına ahlaklarını sorgulamayan, aksine onların itaatkar davranışlarını kullanabilecek olan, onları sorunlarla yüzleştirmeyen, bunun yerine onlara hayatlarının ilk günlerinden beri birikmiş olan nefreti en sonunda tamamen yasal yollardan dışa vurabilecekleri evrensel bir araç veren bir adam çıkmıştı. Bütün suçlar artık Yahudilerin üstüne atılmış, böylece de geçmişin gerçek zulüm edenleri, gaddar ana-babalar korunmuş ve idealleştirilmiş bir şekilde kalmaya devam ediyordu.''


Bu toprakların Yahudileri de Kürtler. Kendini içten içe değersiz gören birinin ülkesinin kültür tarihinde değersiz olarak görülmüş bir millete bunu yansıtması ve onları hedef göstermesi ilginç gelmiyor bana. Her an tetikte yaşayan bir varoluş için Ak Saray bile güvenli gelmez. Bir bedenin yaşadığı terör iktidarla birleşince bir ülkenin bedenini terörize edebiliyor. Bir kişinin aile tarihindeki şiddet, tüm ülke insanlarının korkusunu tetikleyebiliyor.


Kanada başbakanının içinde doğduğu aile muhtemelen Tayyip'in ailesinden farklıydı diye tahmin ediyorum. Aile içi şiddetin, ülke içi etnik bölünmenin, laik-din çıkmazının bütünleşmiş bir portresi benim için Recep Tayyip Erdoğan ve tüm bu olgularla hala ülkece işimiz olduğuna işaret etmekten başka bir vazifesi olmadığını düşünüyorum. Belki kendisi bu barışı içsel olarak hiç yaşayamayacak, ama bizler bunu görüp gündelik yaşamımızda neler yapabiliriz bu bölünmelere, kutuplaşmalara dair evimizde, iş yerimizde, okulumuzda, apartmanımızda? Şiddet var diye bağırıyor Tayyip bu topraklarda şiddeti meşru kılarak. Korkan, sevgi ve kabul görmeyen bir canlı var karşımızda, her birimize çok benzeyen. Tayyip, kendi gerçekliğime, ilişkilerime dair ne söylüyor acaba? Hangi sorumlulukları hatırlatıyor bana?


Yaşamın bir karesinin fotoğrafını çekip suçlu aramanın kimseye bir getirisi olmadığını düşünüyorum. Bu değişimi bir başkasından beklemek, sorumluluğu ona bırakmak demek benim için. Cumhurbaşkanı ise buzdağının görünen kısmı. Suyun altında hepimiz (atalarımız) varız bu topraklardaki şiddetin ve birliğin uzantısı olarak. Ne Osmanlı padişahları, ne Atatürk, ne Kenan Evren, ne Apo, ne Tayyip Erdoğan başları kesilecek cellatlar ne de bizler bunlara maruz kalan mağdurlarız. Bu toprakların varsa, ki var, acı bohçası, bu bohçayı sırtlamak sanki hepimize düşüyor. Her birimiz bireysel ve kolektif acımızla kalmayı başarıp, birlikte adım atmaya dair formüller geliştirebildikçe, birilerine rağmen değil, her şeyle birlikte akabileceğiz diye düşünüyorum.


Nasıl mı olacak? Ben kendi adıma, birini sevemediğimde, onu sevmeme ne engel diye kendi kendime çalışma yapıyorum. Buna Tayyip ile başlamak zorunda değilim, değiliz. Ebeveynlerimiz, iş arkadaşlarımız, dostlarımız, çocuklarımız, yolda tanımadığımız biri vb.. Ne oluyor da içimde, onun insanlığını göremiyorum? Onu düşmanlaştırıyorum bir an bile olsa? Zihnimde pörtleyen ve inandığım yargılar neler o kişi için? Bu yargılar gerçekten doğru mu? Bu yargılar kime ait? Bu yargılar canlıyken neler hissediyorum? Geçmişten gelen bu yargılara ve duygulara ev sahipliği yapabildikçe, sadece bana ait olan değil, atalarımdan gelen bu enerji de ağırlanıp uğurlanıyor bedenim(iz)den. Her birimizde tetiklenen acı ortak, insan olmamızdan, atalarımızdan miras kalan. Kaslarımızda, beyin hücrelerimizde taşıdığımız, birikmiş travmaların acıları hepimizin. Yükümüz bu coğrafyada yaşadığımız için belki çok daha ağır, lakin sadece kendim ya da sempatizanı olduğum kesim için iyilik istemek yerine, bütün için kalbimizi açıp, onların acısını yüreğimize misafir ettikçe arzu ettiğimiz dönüşüm yaşanacak. Çünkü esas acı, ölümlere tanıklık etmekten değil, kopukluktan geliyor diye düşünüyorum. Her bir bomba, kopukluğu derinleştiriyor şayet suçlama ve nefretle olaya yaklaşıyorsak; acımızın çoğunluğu yaşanandan değil, yaşanana verdiğimiz tepkiden geliyor.


İçimde bir yer her seferinde şaşırıyor, ne oldu da bana/bize şiddet gösteriyorsun diye, ne yaptım, yaptık sana, niye o kararı aldın, niye o bombayı attın? Şaşkınlık ve hayret yerini anlama isteğine bırakıyor bir süre sonra. Neden senin gibi düşünmeyen birini hapse yolluyorsun, ne motivasyonla o bombayı atıyorsun? Bana aslında ne söylemek istiyorsun? Bu trajik eyleminin arkasında, yüreğinde ne saklı?


Bizden farklı yaşayana, düşünene olan kopukluğumuzun, CHP’li AKP’li'yi sevsin, hetero homoyu sevsin, beyaz Türk Kürt'ü sevsin gibi ayrımların ötesine geçip; yüreğimizi merakla, duyarlılıkla hapishanedeki, Ak Saray'daki, Ümraniye'deki, Cizre'deki, Tarlabaşı'ndaki, Etiler'deki, her bir karış topraktaki insana açabildikçe hem bireysel hem de kolektif acılarımız şifalanmaya devam edecek. Ve en azından kendimden biliyorum, o yürek açıl deyince kolay kolay açılmıyor. Belki de tüm bu bombalar sevgi kapasitemizi arttırabilelim diye yüreklerimize atılıyor.




Aykut Atasay



YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.