Ünlü yazar Elif Şafak’la uzun bir aradan sonra yeniden buluştuk ve bu kez sadece edebiyatı değil, siyaseti, Türkiye’nin bir türlü sakinleşmeyen sıcak gündemini de konuştuk. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 24 Nisan sebebiyle Ermenilere taziye mesajını da yorumladı, siyasetin çok ihtiyacı olan sade, sakin, öfkesiz kadın dilini de anlattı...


“Gücün Fazlası Kimseye Yaramaz”


Kutuplaşmayı eleştiren bir yerde durdunuz hep. Ne hissediyorsunuz son zamanlarda yaşadığımız şiddetli kutuplaşmalar karşısında?

Bulunduğumuz konumdan hem kaygı hem üzüntü duyuyorum. Hiç bu kadar kutuplaşmamış, bu kadar gergin bir toplum olmamıştık. Türkiye’de bunun potansiyeli hep vardı ama şu geldiğimiz noktada ben, gettolaşmanın artık çok daha şiddetlendiğini gözlemliyorum. Kendimize toplum içinde duvarlar ördük ve birbirimize ayrı gezegenlerden gelen insanlar gibi bakmaya başladık. Sanki hiçbir ortak noktamız kalmamış gibi...


Bir taraf ötekini uzay boşluğuna atıp hayatını rahatlıkla sürdürebilecekmiş gibi davranıyor...

Aynen öyle. En çok eksikliğini duyduğumuz şey empati ve demokrasi kültürü. Çoğulcu demokrasiden bahsediyorum tabii; “çoğunlukçuluk”tan değil, bunu vurgulayalım. Tabii ki sandıktan çıkan sonuç göz ardı edilemez ama devamı da çok önemli. Demokrasi kültürünü özümsemek esas mesele. Kendine benzemeyene, farklı ya da azınlık olana eşit gözle bakabilmek, onun da söz hakkı olduğunu idrak etmek... Özgür ve çoksesli bir basın, ifade özgürlüğü... “Kuvvetler ayrılığı” da elzem. Gücün fazlası, kimseye yaramaz. İster muhafazakâr, ister solcu, hiçbir kesimin elinde aşırı güç olmamalı.


“Eleştirene Hain Gözüyle Bakıyoruz”


Osmanlı İmparatorluğu’nu hep göz ardı edilen fahişelerin, çocukların, suçluların, çingenelerin, sufilerin gözünden anlattığınız romanınız Ustam ve Ben’de çok mühim bir tercih sundunuz: Hayata kazananların değil, kaybedenlerin, azınlıkların gözüyle baktınız. Anlatır mısınız; romanınızda demokrasi adına hangi ipuçları gizli?

Bir kere şu: Türkiye geçmiş bilinci zayıf bir ülke. Ve biz, hafızasız bir toplumuz. Hafızamız bu kadar zayıf ve duygusal olduğu için de hatalarımızla yüzleşemiyoruz. Hemen öfkeleniyor, farklı düşünenlere “düşman” gözüyle bakıyoruz. Dolayısıyla da aynı hataları yineleyip duruyoruz. Hafıza bir sorumluluktur. Ve anlamak, eleştirmek hatta özeleştiri yapmak demokrasi için çok önemli mekanizmalardır. Nasıl ki insan kendini eleştirmeden olgunlaşamazsa, toplumlar da tarihleriyle yüzleşmeden olgunlaşamazlar.


Oysa bizde öyle olmuyor...

Türkiye’de eleştirene hain gözüyle bakılıyor. Halbuki eleştiren insan ülkesini seviyor, ülkesinin problemlerini dert ediniyordur. Düzelmesini istiyordur o problemlerin... Eleştirene “dış mihrak” gözüyle bakmak, ülkenin dört bir yanının düşmanla çevrili olduğunu öne sürmek Türkiye’yi ancak geriye götürür. Militarist zihniyetin; 12 Eylül’lerin, darbelerin ürettiği bu söylemlerin tekrar tekrar üretilmesinin bize yararı olmadığını görmeli, bu kısırdöngüden kendimizi kurtarmalıyız.


“Aynılaştırma İdeolojisi, Çok Tehlikelidir”


Nasıl yapacağız bunu?

Farklılıklara tahammül edemeyen sistem otoriterleşir. Bugün tüm dünyada fark yaratan şehirlere bakın: Berlin, New York, Londra... Farklı etnik kökenler, kültürler ve dinlerden kişilerin ortak değerler etrafında buluşabildiği, tamamen çoğulculuktan beslenen şehirler. Bizde ise maalesef aynılaştırma eğilimi öne çıktı. Bundan kaygı duyuyorum. Aynılaştırma ideolojisi, kimden gelirse gelsin, tehlikelidir. Ustam ve Ben’de 16’ncı yüzyılı sadece kazananların, muktedirlerin gözünden değil kenardakilerin gözünden de anlamaya gayret ettim. Tarihi dışlananların, incinmişlerin, kırgınların gözünden anlamayı başarırsak, bugün yaptığımız hataları da daha iyi görebiliriz.


Kitapta bazı ayrıntılar o kadar canlı ki bu bilgileri nasıl edindiğinizi merak ediyor insan...

Hayal ve hakikat iç içe geçti. Mesela Osmanlı İmparatorluğu’nda fuhuş yapıldığı biliniyor ama fahişelerin nasıl bir hayat sürdükleri konusunda kesin bilgiler yok, o kısmı hayal ettim... Muhafazakâr kesimden bazı okurlar bunları yazdığım için beni eleştirdi.


Niçin?

Bir söyleşide bir okur “Yazdıklarınızı beğeniyorum ama orduyla birlikte sefere giden fahişelerden bahsetmişsiniz. Benim tarih anlayışıma ters bu” dedi mesela. Dürüst, içten bir eleştiriydi. Muhafazakâr olmayan bir okur da ona karşı çıktı. Normal olarak bir araya bile gelmeyecek insanlardı. Çoğulculuğu benimsememiş bir toplumda edebiyatın, sanatın farklı insanları birleştirmesi çok kıymetli. Oysa biz öyle gettolaştık ki farklı görüşlerin buluşabildiği üç alan kaldı: Sanat, edebiyat ve futbol...


Onun dışında...

Onun dışında burası kolektivist kimliklerin egemen olduğu bir ülke. İki insan tanışınca sorduğu soruları düşünün... Nerelisin, kimlerdensin, siyasi görüşün ne? Sürekli birtakım kolektif kimlikler giydiriliyor üzerimize. Özellikle kadınsanız, kimin karısı, kimin kızı olduğunuza bakıyorlar. Bizim ayrı bir duruşumuz, fikrimiz olamaz sanki. O yüzden kadınlar için çok daha önemli bu kutuplaşmanın dışında durmak ve birey olarak konuşmak.


O zaman bu tam da Araf....

Evet, ben her zaman Araftayım; bu toplumun hem içinde hem dışındayım. Hiçbir kolektif kimliğe kendimi yakın görmüyorum. Biz topal kuşlarız; kuş sürüleriyle uçmak zorunda değiliz. Kolektif kimliklerin kavgalarından çok bunaldık. Oradan bir şey çıkmadığını görelim artık.


Edebiyat bu yüzden vazgeçilmez...

Evet, çünkü bize birey olmayı öğretir. Bireye bakmayı, insanı anlamayı ve en önemlisi kendine benzemeyenle empati kurmayı... Çok roman okuyanların empati gücü daha gelişmiştir. Keşke siyasetçilerimiz roman okusalar.


Siz hem muhafazakâr kesimler hem de laik kesimler tarafından eleştirildiniz...

Haklısınız... AKP’nin yaptığı olumlu bir şeyi dile getirirsem, “Vay, demek onlardansın” diyorlar. Hükümetin otoriterleşmesini eleştirince de “Vay, demek karşıdasın” deniyor. Kürtaj ve 3 çocuk gibi kadınları yakından ilgilendiren konularda hükümeti sonuna kadar eleştirirken Kürt açılımını övebilirim. Twitter yasaklarını, ifade özgürlüğünün önündeki engelleri, Fazıl Say’ın bir tweet yüzünden mahkemelik olmasını eleştiririm. Gencecik yaşında öldürülen Berkin Elvan’ın acılı ailesinin mitinglerde yuhalanmasından çok büyük üzüntü duydum örneğin. Başbakan’ın “Ermenilerin acılarını paylaşıyoruz” diyebilmesini ise Türkiye adına olumlu karşıladım. Yani sürekli siyah beyaz düşünmek, futbol takımı tutar gibi parti ya da siyasetçi tutmak zorunda değiliz.


Araf yalnızlık demek öyleyse... Bir tarafa ait olmak, seni koruyacak insanların varlığı anlamına geliyor çünkü.

Fakat yalnızlıkta çoğalmak mümkündür. Her kesimden eleştiri alıyorum ama her kesimden de okurum var. Türkiye’de kendini yalnız, anlaşılamamış, incinmiş hisseden çok insan olduğunu gözlemliyorum. Ve inanın bana sadece “Beyaz Türkler” değil, çok farklı kesimlerden insanlar var kendini incinmiş hisseden. Kimi başörtüsünden dolayı, kimi mini eteğinden dolayı elâlemin önyargılarıyla mücadele etmiş. İkisini de anlayabilmeliyiz. Başörtülü kadın mini etekli kadının mücadelesine, mini etekli kadın başörtülü kadının mücadelesine saygı duyabilmeli. Bunları yapabilirsek, bizi ayıran kutuplaşmayı aşma yolunda çok önemli bir adım atmış olacağız. Bu ülkede siyasetin ötekileştirici ve erkeksi üslubundan hiç kimseye bir hayır geleceğini sanmıyorum. Sorunuzu anlıyorum, insan sanıyor ki birilerine ait olursa, onlar kendisini korur kollar. Bunlar yapay güvenceler. İnanıyorum ki ihtiyacımız olan şey konuşmak, ama yapıcı bir dille, kimseye hakaret etmeden, aşağılamadan... Bu dili yaratmamız gerekiyor.


“Öfkesiz Bir Siyasi Dili Kadınlar Yaratabilir”


İktidarın ötekileştirici ve erkeksi siyasetinden bahsettiniz... Kadınların daha çok içinde olacağı bir siyaset mi öneriyorsunuz bunu değiştirmek için?

Bunun mümkün olduğunu düşünüyorum. Kadınların sorunları ertelenebilir konular değil. Kadına yönelik şiddet çok mühim bir mesele. Halbuki bundan, ensestten yahut çocuk gelinlerden bahsettiğinizde, “Haklısın ama önce şu siyaseti çözelim” tonuyla cevap veriliyor. Bunu tersine çevirmeliyiz. O siyasi meseleler hiçbir zaman bitmeyecek çünkü, o halde öteki meselelerin önemini sürekli hatırlatalım. Halihazırdaki siyasi kültürü değiştirmedikçe, bu sorunlardan kurtulamayacağız. “Biz ve onlar” ayrımı, siyasetin doğasında olan bir şeydir zaten ama Türkiye’de ayyuka çıkmış durumda. Bunun çok dışında kalan sade, sakin, öfkesiz bir dili kadınlar yaratabilir. Bunu söylerken kadınları romantize etmiyorum ama Kürt, Alevi, sosyal demokrat, Müslüman fark etmez, kadınlar yapıcı olmayı, uzlaştırmayı, ortada buluşturmayı biliyor. Çocukluktan beri öğrenmek zorundalar çünkü, bu kadar basit. Şu anki siyasetçilere bakalım... Orada karşı tarafla konuşmayı, uzlaşmayı zayıflık addeden bir kültür egemen. Halbuki karşı tarafı dinlemek ve bunu yaparken sükûnetini korumak niçin zayıflık olsun?


‘Gezi’yi analiz zamanı asıl şimdi’


Gezi’nin hepimizi derinden sarstığını; hangi siyasi görüşten olursa olsun düşünen, vicdanıyla hareket eden herkesi çok etkilediğini söylüyorsunuz.

Ama orada yaşananları henüz doğru dürüst idrak edemedik... Çok bölündük çünkü. Zaten bölünmüştük aslında ama çatlağın ilk görünür olduğu yer Gezi’ydi. O dönemde çok fazla insan büyük bir öfkeyle hareket etti. Sanırım o günleri tam olarak analiz edebilmek için biraz sükûnet gerekiyordu. Analiz zamanı şimdi.


Şimdiden bakınca neler görüyorsunuz?

Polisin sivillere uyguladığı orantısız şiddeti büyük üzüntüyle hatırlıyorum. Siyasi gösterinin demokratik bir hak olduğu, şehir planlaması yapılırken alınan her kararın toplumla tartışılması gerektiği, unutuldu. Yöneticiler inadından ödün vermedi. Her göstericiye “terörist” gözüyle bakıldı. Göstericiler arasında da şiddete, vandalizme başvuranlar yok muydu, vardı. Ama Gezi ruhunu onlarla özdeşleştirmek doğru değil. Siyasetçilerin bu tip durumlarda yapması gereken şey tepki duymak, bastırmak değil, neden böyle olduğunu anlamaya çalışmak... Öyle bakınca, açıkçası Gezi’de biz iyi bir demokrasi sınavı vermedik. Basın da iyi bir sınav vermedi. Yarın öbür gün birbirimizin yüzüne bakacağımızı unuttuk. Esas sorun belki de, politikanın her şeye hâkim olması. Bu ülkede geçmişte çok büyük acılar yaşandığını hatırlayıp vicdanlarımızla da düşünmeye başlamalıyız. Her şey siyaset değil.


‘Basın ne kadar daralırsa, sosyal medya o kadar politikleşir’

“Sosyal medyadaki nefret söylemlerinden hoşlanmıyorum elbette ama başa çıkmanın yolunun yasaklar olmadığını biliyorum. Ülkem insanların kavga etmediği, çoksesli demokrasinin hakkının verildiği bir yer olsun istiyorum. Eskiden bir gazetede farklı görüşte köşe yazarları yazabilirdi. Şimdi bütün gazeteler yekpâre oldu. Her gazetenin kendi içinde farklı köşe yazarlarına ihtiyacı var oysa. Halkın basına, gazetelere, köşe yazarlarına güvenmesinin tek yolu bu. Basın ne kadar daralırsa, sosyal medya o kadar politikleşir. Bu çok tehlikeli bir durum, çünkü orası yanlış bilginin kol gezdiği bir yer. Çare, yasakçı zihniyetten kurtulmak, öteki korkusundan arınmak... Sanırım, azınlıklara, alt kültürlere ya da kadınlara yönelik veya ne olursa olsun bireylere yönelik nefret söylemi konusunda, bilhassa şiddet içeren bir dil kullanılıyorsa bir çeşit denetleme mekanizması gerekli. Nefret söylemi eleştiriden ayrı bir şey çünkü. Öte yandan bu, ancak demokrasi içinde tartışılabilir, demokrasiden uzaklaşarak değil.”


Röportaj: Gülenay Börekçi

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.