2008’de hayatını kaybeden efsanevi Fransız moda tasarımcısının hayat öyküsünü anlatan “Yves Saint Laurent” gösterime girdi. Film ünlü modacıyı aşkları ve başarıları kadar zaafları ve bunalımlarıyla da getiriyor karşımıza.


Başarıları tüm dünyaca bilinen insanların hayat öykülerini anlatan filmler genellikle aynı rotayı izlerler. “Kahramanımızı” yolun daha çok başındayken tanır ve önündeki engelleri aşarak amacına ulaşmasını seyrederiz... Jalil Lespert’in yönettiği “Yves Saint Laurent”te ise farklı bir yaklaşım benimseniyor. Film başladığında Yves Saint Laurent (Pierre Niney) dönemin ünlü modacısı Christian Dior’un yanında çalışmaya başlamış istikbali parlak bir tasarımcı olarak geliyor karşımıza. Dior’un ölümünün ardından genç yaşta baş tasarımcı olurken ya da daha sonra Pierre Berge ile kendi modaevini kurarken de ciddi engellerle karşılaştığı söylenemez. Özetle, erkenden zirveye çıkmış ve orada huzuru, mutluluğu asla tam olarak bulamayan bir dâhinin filmi bu. Neden bir türlü mesut olamadığının cevapları ise biraz silik ve muğlak bırakılıyor. Mesela Cezayir’deki çocukluk yıllarına hiç değinilmiyor. Genç bir eşcinsel olarak yaşadığı acılar ve ailesiyle sorunları ise bir iki cümleyle geçiştiriliyor.





Hayatın anlamını arayan dâhi

Filmin odağı ne diye sorarsanız, kesin bir cevap vermek mümkün değil. Pierre Berge (Guillaume Gallienne) ve yakın çevresiyle olan ilişkilerinde “sisli, puslu” bölgeler var. Berge ile aralarındaki tutkuyla başlayan aşkın, sadakatin önemsizleştiği “açık bir ilişki”ye dönüşmesi dahil birçok duygusal süreç belirsiz kalıyor. Tasarımlarındaki Mondrian gibi esin kaynaklarına, modada yaptığı yeniliklerin kökenindeki bazı radikal fikirlere ya da 1968 ruhuna şöyle bir değinilse dahi bunlar filmin ekseni haline gelemiyor. Biraz zorlama bir iyi niyetle bütün filme “hayatın anlamını arayan bir dâhinin öyküsü” denilebilir mi? Sanmıyorum çünkü yönetmen Jalil Lespert kendini anlamdan çok bohem bir hayat hikâyesinin cazibeli akışına kaptırmışa benziyor. Bir doktorun manik depresif tanısı koyduğu Yves Saint Laurent’i bugün bir efsane haline getiren ve şimdi müzelerde yer alan koleksiyonlar; yaşadığı değişimler, aşklar, tutkular; bohem gece hayatı, orjiler, uyuşturucu alemleri, krizler ve bunalım dönemleri gözümüzün önünden hızla geçip gidiyor.


Ortaya karışık biyografi

Jalil Lespert öyküyü Pierre Berge ile ilişkileri üzerine kurduğunu söylese de, her şeyden biraz boca edilmiş, “ortaya karışık bir Yves Saint Laurent biyografisi” var karşımızda. Kuşkusuz ilgiye değer ama “biyografik filmlerin anlatılan kişiden bağımsız olarak kendine ait bir meselesi, bir derdi olmalı” derseniz, sinema salonundan tatmin olmuş olarak ayrılmanız kolay değil. Filmin tatmin edici yanlarından biri ise Thomas Hardmeier’in görüntü yönetimi. 1950’li yılları keskin sepya tonlarla anlatan Hardmeier, 1960’lı ve 70’li yıllarda renk paletini değiştiriyor. Hollywood usulü bir kurguya sahip olan film, şık prodüksiyon tasarımı ve atmosferiyle de öne çıkıyor. Son olarak başroldeki Fransız ulusal tiyatrosu “Comedie- Française” kökenli Pierre Niney ve Guillaume Gallienne’in başarılı performanslar çıkardıklarını da belirtelim.






Fransız usulü ‘Güzel ve Çirkin’

“Kurtların Kardeşliği” (2001) ile gişede başarı kazanan, “Sessiz Tepe” (Silent Hill 2006) ile bir Hollywood korku gerilimine imza atan Fransız yönetmen Christophe Gans “Güzel ve Çirkin”de (La belle et la bete) dijital ortamda yarattığı bir masal dünyasına götürüyor bizi. Film ilk 30 dakikasında sayfalarını çevirdiğimiz bir masal kitabı gibi sürekli dekor değiştiriyor: Fırtınada batan gemiler, iflas eden 6 çocuklu bir tüccar ailesinin kır evine taşınması, liman kentindeki uğursuzluklar ve karlı kış gecesindeki yolculuğun ardından asıl mekâna, yani Canavar’ın kalesine geliyoruz... Orada bizi yeni öyküler bekliyor: Avcılar, periler, devler vb.. Asıl mesele elbette aşk. Filmde avcılık karşıtı, doğa yanlısı mesajlar bulmak mümkün ama etkileyici bir hikâyeden ya da alt metinlerden söz etmek zor. Gans’ın asıl derdi belli ki Hollywood’dan aşağı kalmayan görkemli bir “Güzel ve Çirkin” uyarlamasına imza atmakmış. Hedefine ulaştığı kesin ama akıllarda kalacağını pek sanmıyorum.


Yazı: Mehmet Açar



Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.