F. Scott Fıtzgerald’ın 1925’te yayımlanan ve II. Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda popülerliğini artıran “Muhteşem Gatsby” adlı romanı, Amerikan edebiyatının en önemli klasiklerinden biridir. Servet ve başarının mutluluk getireceğine inanan “Amerikan rüyası”nı eleştiren tavrıyla öne çıkar. Fitzgerald’ın Caz Çağı diye adlandırdığı 20’li yılları anlatan belki de en iyi romanlardan biridir. Dişiliklerini ön plana çıkaran giysileriyle özgür kadınların ve zengin şehirli genç erkeklerin caz eşliğinde kendilerini çılgınca bir eğlenceye kaptırdıkları bu dönem, romanın hüzünlü hikâyesine tezat bir fon teşkil eder.

Öykünün belki de en çekici yanı Gatsby’nin Daisy’ye olan aşkının derinliği, ona ulaşmak için gösterdiği çaba ve ısrardır. Bütün o servet, New York’u ayağa kaldıran görkemli partiler ve diğer her şey Daisy’ye ulaşmak içindir. Baz Luhrmann da kendi “Muhteşem Gatsby”sini bu noktadan hareketle şekillendiriyor. Böyle bir tutkuya ancak görkemli, büyük bir sinema yaraşır dercesine romana daha önce hiç kimsenin getirmediği şatafatlı bir opera lezzeti getiriyor. Kuşkusuz, romanın hüznü ve duygusal derinliği biraz güme gitmiş oluyor. 20’li yıllar caz şarkılarının nostaljik tadıyla yoğrulan, karakterlerin iç sıkıntısıyla şekillenen ağır, şiirsel bir tempo yerine, romanın hayranlarını kızdırabilecek, çok seri bir kurgu var filmde. Federico Fellini’nin “Tatlı Hayat”ından (La dolce vita) da esinlenen Baz Luhrmann, bütün o eğlenceleri, partileri üst sınıfların sahtelik ve yalanla dolu dünyasının yoz yansımaları olarak yorumluyor. Geleceğin New York’unu inşa ederken sessizce çalışan işçi sınıfını, pencereden hüzünle dışarı bakan ya da trompet çalan hüzünlü siyahları bütün bu hengâmenin, yozlaşmanın dışına çekiyor...

Romanın anlatıcısı Nick Carraway’i de her şeyin hem içinde hem dışında biri olarak konumluyor. Zaten Carraway, romanda olmayan bir terapi ve yazı sürecinin sonunda filmin ahlaki mesajını da açıklıkla veriyor; Gatsby’yi merhametsiz üst sınıfların bir kurbanı olarak sunuyor... Baz Luhrmann, “Kırmızı Değirmen” de olduğu gibi müziği yine bir yabancılaştırma öğesi olarak kullanıyor. 1920’li yıllarda geçen filmde günümüzün ritimlerini, elektronik tınılarını dinliyoruz. Bu müzikler, çağımızın dijital teknolojisini yansıtan muhteşem New York, Long Island manzaraları; video klipleri hatırlatan partiler; “slow motion” çekimler ve resim tadı veren kadrajlarla birleşince sık sık bir filmde olduğumuzu fark ediyoruz. Reklam tabelasındaki o “her şeye tanık olan, yargılayıcı gözler” de, inci kolye gibi filmin anahtar simgelerinden... Gatsby’nin güvensizliğini, zayıf yönlerini vurgulayan Leonardo DiCaprio, Robert Redford’un 1974’teki karizmatik yorumuna gerçekçi bir alternatif sunuyor. Tobey Maguire (Nick) ve Carey Mulligan (Daisy) da gayet iyi ama Gatsby’ye her an tekme yumruk girecekmiş gibi duran Joel Edgerton çok inandırıcı bir Tom Buchanan değil... Luhrmann’ın bir başka hatası da Elizabeth Debicki’nin canlandırdığı Jordan Baker karakterinin filmdeki işlevsizliği.

“Muhteşem Gatsby” kuşkusuz sadık bir uyarlama değil. İlişkilerdeki incelikleri, gerilimleri yer yer ıskaladığı kesin. Ama Luhrmann’ın böylesine kişisel, farklı ve cesaretli bir yorumla karşımıza gelmesini kendi adıma gayet heyecan verici bulduğumu söyleyebilirim.

Haber: Mehmet Açar

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.