Ölü çocuklar gezegeni...

“Ölümün olduğu bu dünyada, hiçbir şey çok da ciddi değildir aslında.” Franz Kafka



Tükeniyorum bunca acıdan. Kalem oynatsam ağlıyorum. Baktığım her görüntü aynı duyguları çağrıştırıyor, bu pis, yapışkan, kendini asla unutturmayan travmadan çıkamıyorum. Boş ekran sayfasına bakıyorum, o da bana bakıyor ama ne görüyor bilmiyorum, ben bir şey göremiyorum. Kelimeleri kaybettiğimde öylece duruyorum.





“Gezegen var olduğundan beri en vahşi yaratık insandır. Çünkü hem kendini, hem diğer canlıları hem de birbirini öldürür, elinde ise koca bir hiç vardır. Tüm gezegene sahip olmaya çalışırken insanlığını kaybetmenin hiçliğini yaz...” diyor gecenin bir koyu vaktinde imdadıma yetişen kalbi benimle bir kadın, kara şapkalı Özge.


Olmayan kelimelerle hiçliğin öyküsünü yazabilir miyim, ölümün yüzü çocuklar ve gençler olmuşken?




***



Ölü çocuk fotoğrafları yağıyor üzerimize dört bir yandan...


Gözlerimi sımsıkı kapatıyorum ama biliyorum, fotoğraflar değil, çocuklar yok artık…





Nasıl bir şiddet sarmalında yaşıyoruz? Yaradan bizi neden dünyanın başka bir bölgesinde değil de, kanın, şiddetin, vahşetin, vicdansızlığın anlamsız egolar yüzünden tavan yaptığı bu coğrafyada yaratmış, bilmiyorum.





Çocuğumun geleceğini düşünmekten korkar oldum! Utanıyorum çocuğumun kokusunu içime çekmeyi özlerken, tatilden döneceği yolunu gözlerken eninde sonunda geleceğini bilmenin kıvancından utanıyorum. Başka çocukların ölümünü çaresizce seyrettikçe anneliğim canımın içini yakar kavurur oldu...


Her şeyin acısı geçiyor da böyle haksız ve sıfatsız ölümlerin acısı geçmiyor. Evlat acısı, başka hiçbir acıya benzemiyor, ne tadı, ne sızısı, ne de zamanı olmayan bir acı!





Irk, dil, din, mezhep ayırmadan her çocuğun ölümüne, her canın yitip gidişine avaz avaz ağlamak, bağırmak, öfkemi dağlardan tepelerden aşırıp üstlerine boşaltmak istesem de... Oradan bir ses duyuluyor, hatta birçok ses ve hiç de alçak sesler değil! O sesler, sürekli ayırıyor bizleri, sürekli zıt kutuplara, birbirini hiç gerçekten dinlemediği için, birbirinin acısını senin-benim demeden paylaşamadığı için anlaşamayan gruplara bölüyor, parçalıyor... Parçalandıkça mı nefretimiz çoğalıyor, yoksa nedensiz nefretlerimiz ve öğretilmiş dogmalarımız yüzünden mi parçalanıyoruz, bunca parça halinde bir daha nasıl bir arada yaşamayı becereceğiz, hiç bir şeyden emin değilim artık...


Ölümün yarattığı hiçliği unutuyoruz, ülkesine, ırkına, dinine hatta mezhebine göre ayrıştırarak üzülüyoruz yitip giden çocuklara ve gençlere… Öylesine parçalanmışız ki cehaletle biatın kesiştiği noktada, ölü çocuklarla ölü gençlerin acısını yarıştırmayı hak görüyoruz kendimizde. Herkesin kendi acısı, sanki bir diğerinden daha fazlaymış, sanki her çocuğun yitip gitme acısı bir diğerinden fazla olabilirmiş gibi. Evladını yitiren analara sorsak, gelecek cevabı kaldırabilir miyiz?


Acılar yarıştırılabilir mi? İçimize işlemiş nalet olası ayrımcılık, ölüme ah ederken bile bırakmıyor yakamızı. “Sen o gençlerin ölümüne ağladın, peki öldürülen çocuklara da ağladın mı?” diye hesap soranlara, şiddetten uzak durmayı tercih eden kalbimden olmayan beddualar yağdırıyorum. “Ben çocuklara da ağlarım, sebepsiz yere öldürülen gençlere de” diye haykırıyorum ama acıyla üzüntünün samimiyetinden şüphe duyanlarla, kimseler ölmesin diye sokaklara döküldüğümüzü anlamayan zihniyete yetmiyor sesim! Kaldırılan el parmağı sayılarına göre üzüntümüzü ifade etmeye çalışmanın anlamsızlığına, kamera önünde dökülen gözyaşları karışıyor.





Ölü çocuk fotoğrafları yağıyor dört bir koldan... Küçücük bedenlerinde kocaman acılar gizli! Devlet denilen canavarlar gözümüzün önünde öldürüyor çocukları, tıpkı adına "genç" dense de anaları için hep kuzusu kalacak gençlerin eski güzel günlerinden kalma fotoğrafları gibi, acıyı ilmek ilmek kalbimize işleyen yan yana yığılmış cansız bedenleri... Uyuyor gibiler ama farkında değiller bir daha hiç uyanmayacaklarının…





Her saniyesinde bağıra çağıra ağladığım o görüntüler geliyor sonra… Yitip gitmesinin üzerinden 40 gün geçmiş, hayatının daha başındaki hiç tanımadığım kardeşim Ali İsmail Korkmaz’ın sokak ortasında, “devletin polisine yardım etmek istemiştik” diyen vahşiyaratıktanbeterucubelerin tekmeleriyle öldürülmesinin görüntüleri… Atılan her tekmenin insanlığın yok oluşuna, vicdansızlığın egemen olmasına bir tuğla eklediğini düşünüyorum.



Sanki nefes alamıyorum, sanki her hücrem acıyor… Yaşıyor olmak buysa, utanıyorum yaşamaktan ve insanlığımdan...





Vicdanını kaybetmiş insanlar gezegeninde hala nefes almak yerine, uzayda bir toz zerresi olmak istiyorum…





Gözlerimi kapatıyorum, fotoğraflar yok, görüntüler yok, ama biliyorum ki, Ali İsmail ölü çocukların başucunda oturuyor… Ethem çocukların rengini yitiren saçlarını okşuyor, Mehmet’le Abdocan ellerini tutuyor, Medeni bu coğrafyada yaşamanın bedelini kendisi gibi canıyla ödeyen küçük kardeşlerine bakıyor hüzünle…


Ölümün yarattığı hiçlik, başka hiçbir boşluğa benzemiyor, çocuklarla gençlerin hayatlarını ellerinden alanlar her kim olursa olsun karanlık dipsiz kuyularda son nefeslerine kadar aynı acıyla ezilip yok olsunlar istiyorum!


O kadar uzun yıllardır susuyoruz ki biz! Yıllarca görmezden geldik öldürülen bütün çocuklarımızla gençlerimizi…



Şimdi açıldı mı artık gözümüz? Acaba yeterince çıkıyor mu sesimiz?


Biz nefes almaya devam ediyoruz, ama acaba yaşıyor muyuz ölü çocuklar gezegeninde?

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.