Bana hayalci diyebilirsiniz, ama bir tek ben değilim hayalci olan!

Etiketler ve kategorilerle düşünmeye alışmış zihin bunları bir kenara koymayı beceremiyor belli bir yaştan sonra...


Neyin ne olduğu belli olsun, tanıdık olsun istiyor. Yeni tanımlamalar aramak yerine eski bildiklerine benzetmek istiyor...


İşte son günlerde içinden geçtiğimiz Gezi Parkı olaylarında politikacılarımızın böyle bir zihinsel tuzağa yakalandığını düşünüyorum...


Neyse ki aynı politikacılar istemeden de olsa kavram konusunda birtakım faydalar da sağlıyorlar adını koyamadıkları, sesini duyamadıkları insanların betimlenmesinde.


Bizim kuşak (çocukluğunu 80’lerden sonra yaşayanlara) en çok reva görülen terim “apolitik kuşak”...


Gençliklerini sağ ve sol çatışmasıyla geçirmiş anne ve babalarımızın “Aman sadece okulunu oku, ne sağa ne sola yanaşma” diye telkinlerle büyüttüğü bir kuşak son günlerde ülkenin gündemini yaratıyor.


Yeditepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Demet Lüküslü apolitizmin iki çeşidini şöyle tanımlıyor: “Pasif apolitizm, siyasete sıfır ilgiden, tam bir bilgisizliği ifade eder; ki Türkiye gençliği açısından bu durum söz konusu değil. Bir de aktif apolitizm vardır ve aktif apolitizm, bir taktik olarak siyasetin dışında konumlanmayı anlatır. Bana göre gençlerdeki aktif apolitizm idi. Kendilerini geleneksel siyasetin ve siyasal partilerin dışında bir yere konumlandırmayı seçmişlerdi, çünkü geleneksel siyaseti ve siyasal partileri olumsuzlamışlardı.”


Bırakın herkes ne istiyorsa onu yapsın...

Oy verme hakkına sahip olduğum zamandan itibaren beni, dünya görüşümü, hayallerimi temsil edecek bir siyasal parti olmadı meydanda. Hâlâ da yok. Lakin bu demek değil ki bu ülkede olan bitenle ilgim yok.


Dikkatle izliyorum neler yapıldığını. Kaç yılda kaç nehir kurutuldu, kaç ağaç kesildi, hangi özgürlüklerimiz tek tek kayboluyorlar, çetelesini tutuyoruz.


Apolitik olmak birtakım avantajlar sağladı bizim kuşağa. Başörtü, Kürtlük, Türklük, ulusalcılık gibi konulara “İnsansa bendendir” şeklinde bir yaklaşımımız oldu. “Bırakın herkes ne istiyorsa onu giysin, ne istiyorsa onu yesin içsin” dedik biz. Politikanın ötekileştirici dilinden uzakta genişlettik algımızı ve sadece insanı değil; dağı, taşı, nehirleri, denizleri, ağaçları da kendimizden saydık.


Belki de bu yüzden küçümseme amacıyla kullanılan “Çapulcu” terimini hemen sevdik ve kabullendik.


İsmail Güzelsoy’un BirGün gazetesindeki yazısında belirttiği gibi: “Çapulcu

sıfatı Kemalist- İslamcı kutuplaşmasının çok ötesinde bir yeri ifade eden bir duruşu

kodladı.”


Salı günü öğlen saatlerinde Gezi Parkında konuştuğum gencecik çocuklardan biri “Ben hem Atatürkçüyüm, hem de Müslümanım, annemin başı örtülü, kız arkadaşım da ateist” diyordu...


“Buraya şiddet gören arkadaşlarıma bir faydam dokunur diye geldim, 5 gündür buradayım. Biz sadece herkesin kendi dileğince yaşayabildiği bir ülke istiyoruz.


Bu ülkeyi bırakıp gitmemek için sebebimiz olsun istiyoruz” diyordu... Daha ne desin?


Apolitik, marjinal, kaymak tabaka çocuklar başını örten örtmeyen, içki içen içmeyen, mini etek giyen giymeyen diye ayırmıyoruz gördüklerimizi. Mevlânâ okuduk; Ömer Hayyam okuduk; Tolkien okuduk, George Orwell okuduk; Attila İlhan okuduk; Turgut Uyar okuduk; Cemil Meriç okuduk; Sevgi Soysal okuduk, Tom Robbins okuduk, Budizm okuduk; Marx okuduk, Hitler’i bile okuduk biz. İnsanın karşı olduğu düzeni değiştirmesinin tek yolunun kendi değişiminden geçtiğini; birinden nefret ediyorsan aslında “onda gördüğün kendi suretinden” nefret ettiğini öğrendik biz. Sevgiden başka iyileştirici bir güç olmadığını; şiddetin ancak daha çok şiddet yarattığını öğrendik biz.


Biz anneanne seccadesiyle büyüdük!

Elif Key’in HThayat.com’a yazdığı yazısındaki gibi: “Şimdi hepimizin anneanneleri, babaanneleri duruyor orada aslan gibi. Kimi toprağın altında, kimi seccadesinde, elinde tespihiyle. Dua ediyorlar, kalplere iyilik gelsin, torunlarının başına bir şey gelmesin diye. Şimdi bu lobinin büyüttüğü torunlar sokakta, diyorsunuz ya, üç-beş ağaç uğruna. Biz anneanne seccadesiyle, babaanne tespihiyle, dedelerimizin namaz takkesiyle, yere düşen ekmeği üç kere alnımıza götürüp öperek büyümüşken, kandil gecelerinde yedi tane cami dolaştırılmışken...


Bu kadro mu girecek camiye içkiyle?” Senelerdir tuttukları her detaydan bizi ayırmaya çalışan, bizi birbirimize, yaşadığımız ülkeye yabancılaştıran iğdiş edici bir politikaya karşı bir parkta oturuyoruz. Ve ekmeğimizi paylaşıyoruz birbirimizle. Yanlışlıkla birine çarpsak yürürken bin kere özür diliyoruz. Ne muhalefet partilerinden herhangi birine sempatimiz var, ne iktidardakilerin “Ben yaptım oldu” diyen tavrına daha fazla katlanacak sabrımız. Kasklı, coplu, kalkanlı, gaz bombalı, TOMA’lıların karşısında el ele tutuşuruz, sadece giysilerimiz var üzerimizde...


Çatışmayı bilgisayar oyunlarından biliriz (joystick olmadan çatışmayı bilmememiz de bundan), isyanımızı şarkılara dökeriz (pop kültürle büyüdük ya), arkadaşlarımızı Twitter’dan izleriz ve sadece otururuz burada...


“Bırakın herkes nasıl istiyorsa öyle yaşasın” mesajı anlaşılana kadar. “Bütün insanların uyum içinde yaşadığını hayal et” diyen bir adam var sizin kuşağın daha iyi bildiği, işte biz bu hayal için oturuyoruz.

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.