İki Yol

"Allahu akbar!"




Solumda eskimiş kıyafetler içinde, 50'lerinin ortalarında, topallayarak yürüyen abi. Sağımda benim yaşlarımda, benden iri ve tombul, saçı sakalı şekilli birader. Abi bence net Faslı, birader Körfez civarından gelmiş bi turist olabilir. 1 aylık sakalım, bronzlaşmış yüzüm ve mavi djellabam’la en Faslı gözüken benim muhtemelen. 2. Hasan Camisi'nde ikindi namazının farzını kılıyoruz.




Farklı bi olayı olan cenaze namazlarını saymazsak hatırladığım son namaz kılma sahnesi 2002 yılından. Rengi sararıp başı dönen babamı aceleyle ameliyata almışlar. Kolay kolay grip bile olmayan babama ne olduğunu sorduğumda ülser cevabı vermişler. Çapa'da ameliyat devam ederken amcam yakınlardaki bi camiiye gidiyor, ben de peşine takılıyorum. Namaz kılıp babam için dua ediyoruz.




Şehirlerle, modern mimariyle falan pek ilgilenmiyorum. Cami göreyim, kilise göreyim, bina göreyim diye yükselmişliğim, rota belirlemişliğim yoktur. Yanardağa, göle, yağmur ormanlarına, kalıntılara, kasabalara, okyanusa, çöle, ağaca, hayvana vs. giderken durak olur şehirler. Fas'ta da öyle geziyorum. Uçağın indiği Kazablanka'dan anında fıyıyorum trenle, dönüş uçağı için de aynısını düşünüyorum. Meşhur filmin geçtiği, şimdilerin turist mekanı restoran da, dünyanın en büyük ve ihtişamlılarından 2. Hasan Camisi de fikrimi değiştirmiyor. Sonra duyuyorum ki 2. Hasan Camisi'ni Atlas Okyanusu'nun üstüne dikmişler. Okyanus dalgaları caminin içinde yankılanıyormuş. Vaays. Kazablanka'da 1 gece kalmaya karar veriyorum.




Babam ameliyattan çıkıyor ama hastaneden çıkamıyor. Eriyor da eriyor. Hayatımdaki güven simgesi olan babamın erimesiyle, hayata güvenim de erimeye başlıyor. Bi yandan ÖSS'ye hazırlanıyorum zaten, kafa yanıyor sonunda. Çarpıntılar, bulantılar derken hoop panik bozukluk tanısı. Hastane sürecinin o kadar uzun sürmesine isyan ettiğim bi gün olayın ülser diil, kanser olduğunu itiraf ediyor annem. Babamın ve hayata güvenimin erimesi hızlanıyor. Hastanede abim, annem, amcam, ben nöbetleşe kalıyoruz refakat için. Son haftalarda "Sen artık gelme" diyor tıp öğrencisi olan abim. Arada ÖSS'yi kazanmışım, babamın yıllarca hocalık yaptığı okulda okuyorum. O günlerde de ilk vize dönemine hazırlanıyorum. İkinci vizeden çıktığım gün telefonla hastaneye çağrılıyorum. Hastane odasındaki yatakta bilinci kapalı, sadece reflekslerden ibaret, 90 kilolardan 20-30 kilolara erimiş babamdan artakalanlar. Çevresinde Kur'an okuyanlar, ağlayanlar, hatta beklerken uyuyakalanlar. Elime su damlatılmış bi pamuk verip dudağını ıslatmamı söylüyorlar. Ölümle tanışma anım. Korkudan mahvoluyorum. Sarsıla sarsıla, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyorum.




Tanca'da hosteldeki yatağımdayım. 2.5 haftadır, sıklığı ve etkisi artar vaziyette aksırıp öksürüyorum. Birçok yerin tadını doğru düzgün çıkaramamışım, burnumun çevresi kıpkırmızı ve yara içinde, öksürmekten uyuyamıyor, halsiz düşüyorum. Bissürü güzel kalpli insandan reiki yağıyor, baharat, çay vs. önerileri eksik olmuyor. Abim uzaktan bronşit tanısı koyup antibiyotik kullanmaya ikna ediyor. Uyumaya çalışırken öksürükten, balgamdan nefes alamayıp korkuyla doğruluyorum yatakta. Bildiğim yerleri, bildiğim insanları, bildiğim ilaçları, sağlığımı, güvenimi, konforumu özlüyorum. Korku öfkeye dönüşüyor, herkese, her şeye kızıp söyleniyorum. Paniğim, öfkem, kaybolmuşluk hissim kartopu gibi büyüyor. Sonra bi arkadaşım hissetmiş gibi mesaj atıyor. "Çöl çok etkilemiş seni. Kaybolmuş gibisin. Köklerini hayal et. Nasıl yapabiliyorsan öyle yap ve topraklan." Bi yandan hak veriyor, bi yandan ona da sövüyorum. "Bitmedi ışığınız, enerjiniz, çayınız, şifanız, çakranız ulan!" Sabah olsun da antibiyotik alayım diye bekliyor, daha önce başlamadığım için en çok kendime kızıyorum.



Çok yakın birinin ölümü başkaymış. Önceki ölümler hep tırıvırıymış his olarak. Biraz üzülmeli ya da hiç üzülmeyip üzülmüş gibi yapmalıymış diğer ölümler. Mesela sala okunurken "Mahallemiz sakinlerinden Dikembe Mutombo hakkın rahmetine ermiştir..." "... eşrafından Gumbiş Mumbiş hakkın rahmetine..." "Mahallemiz pokemonlarından Ciglipaf (Jigglypuff) hakkın rahmetine ermiştir..." gibi şeyler duyarmışım kulağımın ucuyla. "Mahallemiz sakinlerinden Profesör Aslan Gündüz hakkın rahmetine ermiştir..." cümlesini beynimin içinde duyuyorum bu defa. Sonra da hayatım boyunca tüm salaları dikkatle dinlerken buluyorum kendimi. Yine mesela ağır bi hastalıkla boğuşmanın etkisi kalıcı oluyormuş. 1 birim umutlanıp, iyileşecek zannedip 10 birim hayal kırıklığına uğramak, bunu defalarca defalarca yaşamak, hayatın devamında da belli bi "temkinlilik" getiriyormuş umutlanırken. Frodo'nun yarası gibi bi ömür taşınıyormuş bu yaralar...




"Semi'allahü limen hamideh!"




Kazablanka'nın sokaklarında bula kaybola yürüyorum. Çok uzaklardan gözüküyor dünyanın en yüksek minaresi. Martılar artıyor, koku değişiyor ve okyanus kıyısına varıyorum. Dev bi avlu, sağında solunda eklenti binalar... Karşıda Babil Kulesi gibi yükselen bi minare, Fas usulü, köşeli. Heybetli kapılar, çeşmeler. Etrafında uzun uzun dolanıp, inceliyorum. Yerli-yabancı turistler her köşede fotoğraf çektiriyor. Avlunun okyanusla birleştiği yerler barikatlarla kapalı. Barikatları ve sahildeki kirliliği sallamayan sokak çocukları okyanusta yüzüyor, kayalarda yatıyor, turistlere laf atıyor. Kapılardan birine gidip civardaki görevliye içeri girebilir miyim diye soruyorum, namaz vaktini beklemem gerektiğini söylüyor. Yerin altına giren merdivenlere yönelip abdest alınan bölüme ulaşıyorum. Bakıp çıkacakken fikrimi değiştiriyor ve oturuyorum. 17 yıl geçmemişçesine direk hatırlıyorum nasıl abdest alındığını.




Kendi gremlin’den hallice, gönlü büyük Yoda'nın korku-öfke-nefret-ızdırap denklemi gerçekleşiyor. Ölümden duyduğum dev korku ve babamın yüzünden 14 ay eksik olmayan hayalkırıklığı zamanla öfke ve nefrete dönüşüyor. Yokluğu ve vedalaşamamış olmayı kabul etmek de çok zor olunca görünürde bazı şeylerden, aslında kendimden nefret etmeye başlıyorum. Suçluluk duygusu bitmek bilmeyen bi suçlama haline evriliyor. Bi yandan da bilimsel sosyalizmle tanışıyor, bissürü soruma cevaplar buluyorum. Hepsi birleşince, gençliğimi yasaklara boğan, dünyadaki sömürüyü meşru gösteren, sevgisizlerin, zorbaların bayrak yaptığı din(ler)e tekme tokat saldırmaya başlıyorum. Yıllarım nefretle, suçlamayla, ötekilerle, "her şeyi değiştirecek büyük devrim" hasretiyle geçiyor.






20 dakika sonra görevli kapıyı açıyor ve giriyorum. Heybeti, güzelliği etkileyici. Döne döne izliyorum sağını solunu. Sonra ışığa yöneliyorum. Okyanus tarafından gelen güneş ışığına. Adım attıkça dalga sesleri artıyor. Kalbim güm güm atıyor. Doğanın heybetiyle inancın heybeti birleşiyor. Dalgaların en çok duyulduğu en arka safta gözlerim kapalı oturuyorum.




Yıllar geçiyor, bissürü insan, olay, deneyim, sorgulama geçiyor, düşüyor yükseliyorum... Derken yükseliyor yükseliyor, kendimle barışır gibi olunca da aşık oluyorum. Aşkla uzaya çıkıp aşk acısıyla yerin dibine girince denklem değişiyor. 2 yol sunuyor bence hayat... Hiç durmadan dışarıyı/ötekiyi/bu örnekte aşık olunanı suçlamak, her geçen gün daha da kararıp, aşırı göreceli bi kavram olan haklılığı güzelliğe tercih etmek; ya da kendine bakmak, o uzaya tekrar kavuşabilmek için yeniden denemek, daha güzel denemek. Zahmetli yolu seçebilmek için aşk vesile oluyor; zira başka hiçbişe için bu kadar uğraşmaz, kendimle kapışmazdım. Zahmetli yola girebilince hayattaki diğer durumlarda karşıma çıkan yol ayrımlarına da ayıyorum. Nükleerden dine, aşktan öfkeye her şey benim nasıl anlamlandırdığıma/kullandığıma göre şekil alıyor. Kavramların, kurumların, insanların, yolların düşmanı olmak yerine anlamaya, güzelliklerini kendime katmaya ve sonra kendi yorumumu görünür kılmaya çalışıyorum. Çünkü başta kendim, hiç kimse düşmanlıkla, emek vermeden dönüşmüyor.


Otururken öksürük geliyor, sessizliği, huşuyu bozuyorum. Gitmeden 2 rekat nafile namaz kılmaya karar veriyorum. Kendim de garipseyerek hem usulü hem sureleri hiç zorlanmadan hatırlıyorum. Secdeye varırken iliklerime kadar orada ve kendimde hissediyorum. Arkadaşımın topraklanma öğüdü geliyor aklıma. Gaza gelip ikindiyi de kılmaya başlıyorum. En arkada, okyanusla birlikte 4 rekat sünneti kılıyorum. Her yerde olan, şekli olmayan, her şeyden ulu olan Allah'ı aşk bilerek sıklaşan saflara karışıyorum. Allahu akbar (Allah en büyüktür), semi'allahu limen hamideh (Allah ona hamd edeni işitir) ifadeleri Allah'ı aşk bilince, sevgisizlerin, korkuyla yaşayanların, birliği kendine kadar birlik olarak yorumlayanların etkisinden çıkıyor. Bir başka ben olan solumdaki abi ve sağımdaki biraderle aynı anda eğilip, aynı anda kalkıyor, aynı sözlerle selam veriyoruz.




"Esselamu aleykum ve rahmetullah!"

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!
  • Misafir Tam da o en yakınlarımın kaybıyla nasıl soluk almaya devam edeceğim korkusu üstüme çökmüşken, bu yazı "aşk"* "ışk" "sarmaşık" "sarmalayan bir ışık" gibi geldi... *Aşk sözcüğü etimolojik olarak Arapça aşaki yani sarmaşmak kökünden türemiş.
    CEVAPLA
  • Misafir Allah kabul etsin
    CEVAPLA
  • Misafir Dört dörtlük,çok güzel bir yazı..
    CEVAPLA
  • Misafir Nasi güzel Nası etkileyici.
    CEVAPLA
  • Misafir ????????????
    CEVAPLA

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.