Eko-anksiyete, bireyin çevresinde meydana gelen ve kısa vadede geri dönüşü olmayan değişimler sonucu hissettiği derin ve sürekli endişe hali. Yaşadığı dünyanın yavaş yavaş kendini yok etmesi karşısındaki yoğun çaresizlik duygusunun genel belirtileri ise uykusuzluk, yeme bozukluğu, konsantrasyon güçlüğü, üzüntü, depresyon. Eko-anksiyete yaşayanlar, iklim değişikliğinden kaynaklanan çevresel yıkımlardan endişe duyan kişiler. Eko-anksiyetenin kaynaklarından biri olan solastalji avutan, cesaret veren anlamındaki «solace» ve kedere karşılık gelen «algie» kelimelerinin birleşiminden oluşuyor. Bireyin içinde yaşadığı kozanın, yani çevrenin, dünyanın yok olmasından duyduğu acıyı ifade ediyor. Avustralyalı çevre filozofu Glenn Albrecht, 2007'de yayınladığı bir makalede ortaya koyduğu bu kavramı nostalji ile bağ kurarak açıklıyor. Nostalji geçmiş için duyulan keder ise solastalji bunun tersi. Aradaki fark, gelecek için hissedilen duygunun olumsuz bir tada sahip olması.


Z kuşağı ve eko-anksiyetenin somut sebepleri

Korku, tehlikeli durumlara karşı vücudu uyaran ve kendini koruması için hazır hale getiren, insanın evrim sürecinde hayatta kalmasına yardım eden duygu. Ancak tehlikeli bir durum karşısında normal olan kalp atışlarının hızlanması, yeme isteğinin kesilmesi gibi durumların tehdit ortadan kalktıktan sonra da devam etmesi, kişinin tetikte beklemeyi sürdürmesi anksiyete (kaygı bozukluğu) olarak tanımlanıyor. Eko-anksiyete ise, yaşadığı çevre iklim değişikliğinden (küresel ısınmadan) birebir etkilenmese bile bireyin zarar göreceği kaygısının sürekliliğini anlatıyor. Araştırmalara göre çocuklar ve gençler daha fazla eko-anksiyete yaşıyor. İngiltere’de 2020’de yapılan bir araştırmaya katılan iki bin çocuğun %73’ü dünyadaki iklim değişikliklerinden endişeli,%22’si ise çok endişeli olduğunu söyledi. Rakamlara göre, beş çocuktan biri iklim değişikliği ile ilgili kötü rüyalar görüyor. Dünya Ekonomik Forumu’nun 2017’de yaptırdığı, 30 bine yakın gencin katıldığı ankette ise son üç yıldır dünyanın en önemli sorunu nedir sorusuna, 10-24 yaş aralığındaki katılımcıların %48.8’i şu cevabı verdi: “İklim değişikliği ve çevre tahribatı”.


Z kuşağının eko-anksiyete yaşamasının bazı somut sebepleri var. Her şey bir yana, bilim insanlarının öngörüleri gerçekleşiyor. Önceki kuşaklar için ancak filmlere konu olabilen ve uzak bir gelecekte belki gerçekleşebilecek olayları, Z kuşağı bizzat tecrübe ediyor. En basitinden, bazı türlerin yok olacağı düne kadar bir uyarıyken, bugün kimi deniz canlılarının toplu ölümüne yeryüzünün farklı bölgelerinde, hep birlikte şahit oluyoruz. G7 ülkelerinden Almanya’da, dünyanın gelişmiş ekonomilerinden biri olan Belçika’da sellerin, Türkiye ve Yunanistan’da günlerce süren orman yangınlarının insan hayatına mal olması, üstelik bir virüsün ortaya çıkıp dünyadaki bütün insanları yok etme yeteneğini gösterdiği bir dönemde, Z kuşağının geleceğinin tehdit altında görmesine sebep oluyor.


Yetişkinler arasında da eko-anksiyetenin arttığı görülüyor. Bu gruptakiler, çocuklarını kendini yok etme ivmesi artan bir gezegende bırakacakları için çaresiz hissediyor. Doğa bilinci gelişmiş olanlar, psikolojik açıdan daha fazla etkileniyor. Korkuları, ömürlerini huzurlu bir yaşlanma süreci geçirerek tamamlayamamak.


Gençler için küresel ısınmaya tepki göstermek, önceki iki kuşakta gözlemlenenin aksine romantik bir davranış değil. Genç kuşak, tecrübenin yanı sıra bilgi sahibi. Tehdit altındaki insanın, bu tehdite katkıda bulunduğunun farkında. Kendini sorumluluk, suçluluk, suçlama üçgeni içinde bulması bu farkındalığından ileri geliyor. İklim değişikliğinin sebep olduğu doğa olaylarından yetişkinler önceki kuşakları, gençler yetişkinleri ve daha eski kuşağı sorumlu tutuyor. Ne var ki sorumlu aramak, hatta bulmak eko-anksiyetenin üstesinden gelmeye yetmiyor.


İyimser olmak için güçlü bilimsel sebeplerimiz var

Güçlü ve kalıcı etkileri sebebiyle küresel ısınma, hemen sonraki kuşak için bir sinyal; tıpkı iki dünya savaşı gibi. Tahribatı durdurmanın ise birkaç şartı var. İlki, ortada bir sorun olduğunu kabul etmek. İkincisi, umutsuzluğu ve kötümserliği bir yana bırakarak harekete geçmek. Üçüncüsü, kısa ve uzun vadede alınabilecek sonuçların farkında olmak.


Bütün anksiyete türlerinde olduğu gibi durumu zorlaştıran, sorun yokmuş gibi davranmak, kafanın içindeki olumsuz sesleri susturmayı çalışmak. Oysa olası tehlikeler karşısında, görevi bu tehlikeleri bertaraf ederek bizi hayatta tutmak olan beynimizi kandırmamız mümkün değil. Dolayısıyla, arka planda işleyen ve günük hayatı sürdürmeyi engelleyen, meselâ «Bir orman yangınının beni ve bütün ailemi yutmasından korkuyorum» bildirimini tanımak, ilk yapılması gereken. Belki de sorun, düşündüğümüz derecede korkutucu değil. Üçüncü yüzyıldan bu yana iklim değişiklikleri ile dünyanın yok olması arasında ilişki kuruluyor, ama hiçbiri isabetsiz kehanetin ötesine geçemedi. Üstelik bugün bilim insanları, küresel ısınmanın sebeplerini açıklayabildikleri gibi çözümleri de sıralıyor. Araştırmalara göre anksiyete, sorunun sebeplerini ortadan kaldırmak için eyleme geçildiğinde azalmaya başlıyor. Demek oluyor ki, korkumuz yersiz değilse bile, önlem alma cesaretini ancak bu sorunu kabul ettikten sonra gösterebiliriz. Gerçekten de Birleşmiş Milletler’in (BM) raporuna göre, 1850’den bugüne (sanayileşme sonrası) küresel sıcaklıklardaki değişim 1,2°C. Bu değişimi BM, krmızı alarm olarak nitelendiriyor ve bütün çabanın bu yüzyılda, bu değişimin 2°C altında tutulması için gösterilmesi gerektiğini söylüyor. Bilim insanlarına göre karbon salımını azaltarak küresel ısınmayı azaltmak, sıfıra indirerek ise durdurmak mümkün. İçinde yaşadığımız kozanın zarar gördüğü bir gerçek. Ancak iyimser olmak için güçlü bilimsel sebeplerimiz var ve hemen şimdi «bir şeyler yapmaya» başlarsak, gidişi bilim insanlarının kullandığı ifadeyle tersine çevirmemiz olası.


Eko-anksiyeteyi azaltan alışkanlıklar

Bütün anksiyete türlerinde, çaresiz hissedilen konuda kasılıp kalmak yerine neler yapabileceğini sıralamak ve en azından kendi üzerine düşeni yapmak, sağalmayı da beraberinde getiriyor. Bu durum, eko-anksiyete için de geçerli. Küresel ısınmayı durdurmanın, bütün dünya ülkelerinin işbirliği içinde olmasını gerektirdiği doğru. Nitekim 2015’te Paris İklim Anlaşması’nı neredeyse bütün dünya ülkeleri kabul etti. Petrol, kömür gibi fosil yakıt kullanımını azaltılmak, yenilenebilir enerji kullanımına yönelmek en önemli hedefler arasında. Ancak ülkelerin, anlaşmanın gerektirdiği sorumlulukları yerine getirmesi, atılacak bireysel adımlarla da kolaylaştırılabilir. Siyasi partilerden programlarında iklim değişikliği politikasına yer vermelerini talep etmek bu adımlardan biri. Bir diğeri, konuyla ilgili faaliyet gösteren sivil inisiyatiflerde gönüllü faaliyetlere katılmak. Yaşam alışkanlıklarını değiştirmek ise kaçınılmaz, çünkü «somut bir şeyler yaptığına ikna olmanın» en hızlı ve etkili yolu. En basitinden alışverişe otomobille değil de yürüyerek gitmek, petrol kullanmayarak küresel ısınmayı azaltmaya katkıda bulunduğunu fark etmek demek. Aynı şekilde ikinci el ürün kullanmak, yerel ürün satın almak da karbon salımını doğrudan azalttığını bildiren alışkanlıklar.


İnsanın, içinde yaşadığı sistem -koza, çevre veya dünya- telafisi hemen veya yakın gelecekte mümkün olmayan yıkıcı değişimlere uğradığında, yaşadığı yerle birlikte kendisinin de yok olacağı korkusuna kapılması doğal. İklim değişikliğinin sebep olduğu bu kronik korku, Amerikan Psikiyatri Birliği’nin 2017’de verdiği eko-anksiyete ismiyle anılıyor. Eko-anksiyetenin üstesinden gelmek onu tanımayı ve kendisiyle değil ama sebepleriyle yaşamayı öğrenmeyi gerektiriyor. Eko-anksiyetenin sebepleriyle yaşamayı öğrenmenin anlamı ise şu: Küresel ısınmayı azaltmak.


ozcanperi@gmail.com

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.