Yazdıklarımı gerçekten okuyacaksanız, herhalde önce nerede doğduğumu, çocukluğumun nasıl geçtiğini, ben doğmadan önce annemle babamın nasıl tanıştıklarını filan da bilmek istersiniz ama ben pek anlatmak istemiyorum.


Yıl 1990, sular seller içinde, sicim gibi yağan yağmurlu bir 11 Mayıs akşamı saat 17.00’de doğmuşum… Doğarken bile mücadele içindeymişim. Hiç durmayan sel gibi bir yağmur…


Övünmek gibi olmasın ama bebekliğim pek şirinmiş. Minik, pembe yanaklı sevimli bir bebekmişim. Yemeyi ve konuşmayı çok severmişim. Anne ya da baba demeden önce mama demişim. Hala da öyle, dünyaları yesem doymam. Konuşmaya gelince, 9 aylıkken başlamış bitmek bilmeyen cümlelerim. Kimi yakalasam sohbet, muhabbet, sonra okul anılarım, oyuncaklarım, sorularım derken illallah ettirirmişim.


İşte böyle geçip giderken hayat bana acı yüzünü gösterdi. 5 yaşındayken annemi kaybettim. İşte o gün büyüdüm. Aynı gün acı, üzüntü, şaşkınlık, mutsuzluk, kalabalık, sesler hepsini kaydettim. Anlamaya çalıştım. Ama bu 5 yaşındaki bir çocuğun öyle kolay anlayacağı bir şey değildi. Anlamadım, ben de ağladım. O yaşlarda en iyi yaptığım şey gözlerimden sıcak sıcak yaşlar akıtmak, ağlamaktı. İsteyenler ağlarlar. Gönlünden geçirenler, hayalini kuranlar, uykusu kaçanlar, yarasından nefesi kesilenler ağlarlar. Ben de ağladım. Onu tekrar görmek, yanımda hissetmek, elini tutmak, gözlerindeki gülüşmeleri seyretmek için ağladım. Zaman durdu ve hayattaki renkler birden kayboldu. Her şey griydi sanki. O gün dünyanın durduğunu sandım ama hayat devam etti.


Sonra insan alışıyor ya da alıştığına inanmak istiyor. Gözyaşların kuruyor ama içinizdeki o acı hiç kaybolmuyor. Gözlerinizdeki hüzün herkesin dikkatini çekiyor ama hayatın küçükken size attığı bu kazık, sizin annesiz ama daha güçlü bir insan haline gelmenize neden oluyor.


Her insan kendine ölür ve anne yüreğine gömülür... Ama ya anneler? Annelerin boşluğu çocukların yüreğine sığmaz, büyür, büyür, büyür... İnsan, annesini kaybetmeden güçlüdür. Fırtınalara tutulsa, uçurumlara dolsa, koşsa yorulsa, el uzatacağı annesinin yüzüdür. Dokundukça tazelenir, dokundukça kendine gelir... Baktıkça, yeryüzü dinginleşir, mayası annesindendir.


İnsan annesini kaybetmeden acıyı bilmez. Annesizlik üzerine yazılan şiirleri okuyanlar, sırtına vurup destek olanlar bilmez. Annesizlik, yarım kalmaktır. O hiç gitmemiş gibidir aslında, başınıza gelen iyi kötü her olayda “Bunu ona anlatmalıyım” dersiniz ve onun artık olmadığını hatırlayınca da o ölürken yaşadığınız her şey günlerce, belki yüzbinlerce kere gözlerinizin önünden geçer.


İnsan annesini kaybetmeyi öğrenemez. Yüreğin dilini anneden başka kimse bilmez. Oyun oynarken düşüp dizleri kanadığında o acıyı anneden başka kimse unutturamaz. Hasta olduğunda, ateşini kendi ateşiyle anneden başka kimse almaz.


İnsan annesini kaybetmeyi düşünemez. Annesini kaybedeceği düşlerini uçurumlara gömmüştür çünkü çocukluğunda. Üzerini örmüştür yeryüzü oyuncaklarından. Masal diyarlarına göçüp gitmiştir. Bu nedenle kuzgunlardan ürker insan. Çünkü kuzgunlar, insanın korkularını gömdüğünü görmüştür.


İnsan annesini kaybettiğine alışamaz. Kendi kendine yetmeye çalıştığın zamanlarda bile uzaktan seni izleyen ve ihtiyacın olduğunda yanında beliren annen yerine gölgeyle karşılaşacağını bilmek, tarifsiz bir burukluğa bırakır kendini. Yanındayken özlersin, zaman geçmesin istersin, bazen gözlerini kapatıp çocukluğuna döner ve ağlarsın. Bünyede yakıcı bir tat bırakır. Zordu annesiz kalmak. En zoru da annesizlikle bir anda tanışmak.


Ve farkedersiniz ki, annenin ölümünden sonra, rüyalarınız gitmiştir. En fazla üzen de budur zaten, bundan sonra anneyi görmenin tek yolu olan rüyalar, sizi ziyaret etmeye değer bulmuyordur.


İnsan ölmeyi de ölüme katlanmayı da öğrenmeli elbette. Ne var ki bunun okulu yok, kursu yok! İnsan ölümle yüzleşmeli elbette... Kendi ölümlülüğünü, annesinin ölümlülüğünü kabul etmeli. Gelip geçiciliği, mülkü, mülkiyeti, değeri, değersizliği, olmayı, olmamayı, kavuşmayı, ayrılmayı, suyu, susuzluğu, tokluğu, açlığı... Kökünden kesilince, yeryüzündeki yerini öğrenir insan…


Annesini kaybedenin kendinden başka kimi kalır? Artık bir başınadır. Yeryüzüne yabancılaşır, yatağına yabancılaşır, sesine yabancılaşır... Dostluğun tadı bile acılaşır, sevdanın rengi bile matlaşır... Saçından başlar renk vermeye... İnsan aslında annesi ölünce başlar ölmeye.


Kim annesini terk edebilir ki hiçliğe? Ama yapacaksa bunu çocuğu yapmalıdır. Özünü toprağa kendi elleriyle katmalıdır. Buna yükümlüdür, bunu başarmalıdır. Bunu başarmadıkça, yaşamın gücünü çocuklarına taşıyamaz, hayat eksik kalır, insan eksik kalır, can eksik kalır.


Selin Çetin Yazıcı

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.