Çocukların vakitsiz bağırışları ve ağlamaklı başkaldırıları arasında güneş, şehri düşman askeri gibi dört bir yandan kuşatan, birbirinin aynısı, yüzlerce, ruhsuz, beton yığını apartmanların arasından usulca sıyrılıp hüzünlü mavi bulutların içine sanki yüzyıllardır birbirlerinin ruhlarına ve duygularına aşina iki arkadaş gibi dostça karışıyor ve daha çok köylerinden iş bulmak ümidiyle göç edip gelen ve karın tokluğuna çalışan insanların işgal ettiği yoksul mahalleyi hayattaki tüm olumsuzluklara karşı çamurun içinde bitip koca bataklığın üzerine bembeyaz bir çarşaf gibi örtülen incecik bir nilüfer gibi aydınlatıyordu.


Kaymakamlıkta çalışan ve paranın mutlak gücüne mecburiyetten, hayatın ya da Tanrı'nın önüne çıkardığı, üzerinden bir türlü gelemediği, zorlu engellerden dolayı değil, gayet bilinçli bir şekilde boyun eğen akrabasının yardımıyla belediyede çöpçü olarak çalışan Rauf, sokakları; sinemada gördüğü ince belli, sütün bacaklı, baldırına kadar açık, kan kırmızı elbisenin içinde avının üzerine atılıp vücudunu lime lime edecek vahşi bir leopar gibi, üstün yaratılışlı kadının narin kollarında dans ediyormuş gibi süpürüyordu. Ufacık bir rüzgarda yerle bir olacak gecekondularda, apartmanlarda kadınlar birbirlerinin evine varıp, birbirlerini rahatsız etmek ve misafirlikle birbirlerine gereksiz yere harcama yaptırmaktan kaçınıyormuş gibi balkonlardan karşılıklı konuşuyor, bağrışıyorlardı.


''Kemal'in kızı evleniyormuş duydun mu? Zaten kız az daha evde kalsa anası turşusunu kuracaktı…''


''Kimin, kimin?''


''Kemal'in, Kemal'in! Aşağı mahalledeki kasabın!''


Halbuki karşı balkondaki kadın ne kasabı ne kasabın kızını ne de kasabanın kızının evleneceğini biliyordu. Rauf, vaktinden önce gelen otobüsü kaçırmamak için yahut kötü yola düşmüş arkadaşı yüzünden sigaraya yeni yeni başlayan bir ortaokul talebesi tarafından yarısına kadar içilip atılan sigaraları, kanlı bir gözyaşı gibi dökülen kuru yaprakları, çocuk bezlerini, defalarca kullanılmış prezervatifleri, ön kapağında yarı çıplak kadınların yer aldığı erotik dergileri, bakkalın her gün alıp, kıt aklıyla okuyup da bir şey anlamadığı gazete küpürlerini keyifle süpürüyordu. Bu kadar kirli ve insanın kendici kolayca diğer insanlar karşısında mahcup ve büsbütün utanç dolu hissedebileceği bir mesleği, bambaşka bir şekilde yormak ve icra etmek, ancak hayata ve insanlara karşı iyimser bir yaklaşım ya da saldırgan, korumacı bir dünya görüşü ile mümkün olabilir. Rauf ilkini seçmişti. Yoksulluk ana rahmine düştüğü günden beri Rauf'un yakasını bırakmıyordu. Rauf da artık onu yenemeyeceğini anlayınca kaderine boyun eğmiş, bir ayağı çukurda Allah'a isyan etmeden, yoksulluğunu da görmezden gelmeden yaşamayı kendine adet edinmişti. Gerçi sadece Rauf değil, tüm mahalleli aynı dertten muzdaripti. Mesela, et bu mahalleye ancak hayırsever adamların bağışlarıyla bayramdan bayrama uğrar, o zaman da sabahlara kadar uyumayıp gecenin kör karanlığında soluklanmadan nöbet tutan ve herkesten tez davranıp diğerlerinin hakkını da gasp eden bir avuç insan tarafından kapışılırdı.


Daha fazla para kazanmak için yolu uzatıp taksici bu yoksul gecekondu mahallesine saptığında, mahalleli ilk kez araba gördü. Ahali ateşten ayaklarını toprağın kara bağrına saplamış ve bir mağara ağzı gibi oyuk ve geniş burnundan zehir püskürten devasa bir aygır görmüş gibi, ölüm meleği birdenbire bütün çıplaklığıyla karşısında belirmiş gibi korktu, sevindi, heyecanlandı. Mahalleli hayalini kurduğu pek çok şeye hayatının hiçbir döneminde sahip olamayacağını bildiği halde yine de ümidini öldürmüyor, bir ihtimal devlet dairesine ya da iyi bir işe girerse her şeyin bambaşka olacağına inanıyordu. Memuriyet mahalledeki birçok kimse için ulaşılabilecek en üst makamdı. Posta memuru onlar için neredeyse bir belediye başkanı, bir komutan kadar üstün ve yüceydi. Yokluk yalnızca insanların cebini, yiyeceğini değil aynı zamanda hayal gücünü de sınırlıyordu. Normalde birçok yerde yokluk yaratımın itici gücüdür, insanlar hayatlarını sürdürmek, muharebede düşmana esir olmuş gibi kula kulluk ederek yaşamamak için bir çıkar yol bulmak, yaratmak zorundadır ve kimi zaman aklın önünde şapkasını çıkarıp büyük bir tevazuyla eğildiği devrimci eserler, gözbebeklerine kadar yokluğu deneyimlemiş kimselerce meydana getirilmiştir.


Bu mahallede ise tam tersi olmuş, insanlar her bir şeyi devletten bekliyor, devlet ve yüce Yaratan sanki kendilerini yoklukla imtihan ediyormuş gibi düşünüyor ve hiçbir şey yapmadan devlete sövüyordu.


''Devlet fukaraya bakmak zorundadır''. Devlet nerede? Rauf her gün boydan mahalleyi süpürürken yaşlı, genç, dul, yeni evlenmiş pek çok insanın ağzından bu sözü işitir, gülüp geçerdi. Üç oğlu vardı Rauf’un. En büyükleri berberin yanında çıraklık yapıyordu, eli yatkın değil de pek ama zamanla öğrenirdi, hem öğrenmek zorundaydı, ortanca oğlu ortaokula gidiyordu. Her gün babasıyla çıkıyor, saatlerce yürüyüp ayakları sızım sızım sızlayarak okula varıyor, en son hiçbir şey anlamadan, hiçbir şey öğrenmeden, yüzünü cehaletin kör ışığıyla bezenmiş bir şekilde eve geliyor, anasına babasına boş bir ümit aşılıyordu. En küçükleri daha iki yaşındaydı. Karısı Asiye en küçük oğlu doğuncaya dek, zengin evlere günübirlik temizliğe gider, hizmet ettiği hanımların giyitlerini, takılarını, yemek takımlarını gördükçe içi geçer, haline daha bir acır, kendisinden omzuna kadar bilezik takıp, yüzüne renk renk boyalar sürüp, görgüsüz kadınlarla dedikodu yapacağı günü daha bir inançla beklerdi. Oğlunu doğurana kadar gitti Asiye evleri temizlemeye, hatta az daha ayak direseydi Rauf'a, yanlışlıkla, mütemadiyen evini temizlemeye gittiği bir kadının evinde doğurma ihtimali hayli yüksekti. Öyle olsa daha mı iyi olurdu acaba, hem hanımı kendine ve yeni doğmuş çocuğuna acır, cebine yüklü bir miktar para koyar da ayağa kalkana kadar gözü gibi bakardı belki Asiye'ye. Hanımı bir dediğini iki etmez, himayesindeki hizmetçileri Asiye'nin emrine verir de ağzından kuş sütünü eksik etmezdi Asiye'nin, sırtını pek karnını tok tutardı... Nerede o günler, hanımının işi gücü yok, karnı burnunda bir garibanla mı ilgilenecekti? Onun derdini mi gözetecekti? Ne hali varsa görsün, Asiye gelmezse başkası gelir, hem sevabına mı çalışıyor? Asiye, parayı bastırdın mı, ta Tebriz'den, Şiraz'dan hızır olup gelirdi insanlar. Her şey o küçücük kağıt parçasına bakıyor. Rauf süpürgeyle sopasını düşüp kırmaktan korkar gibi bir köşeye koyup üzerini değiştirdikten sonra kupkuru bir iskelet şeklinde eve dönerdi. Çocuklarının bitmek bilmeyen ihtiyaçları, istekleri kartalların mesken tuttuğu bir yüce dağ gibi, bir çığ gibi büyür büyür de Rauf'u ellerini ayağını zincirleyip mezara koyar, toprağın altında kendi kaderine terk ederdi.


Evde bağırış çağırış, gürültü patırtı eksik olmaz, hatta kulakları iyi duyan biri ötelerin ötesinden Asiye'nin meydan okuyan sesini, ortanca oğlunun kitap parasını, en büyük oğlunun ayakkabı parasını, kira parasını, su parasını, elektrik parasını asırlar ötesinden işitir, oturup üzülür, elinden bir çare gelmediğini görünce bu fakir ailenin dertlerine daha fazla takılmadan, çekip giderdi. Rauf maaşını daha yatmadan bitirir, akrabalarından, arkadaşlarından aldığı borçlarla kıt kanat geçinir, ay sonunu zor görür, maaş günü gelince bütün bir alacaklılar kapının önünde ruh gibi mıhlanır, kendi paylarını almadan şuradan şuraya adım atmazlardı. Rauf kimi zaman eve bu kadar çok şey aldığı halde evin ihtiyacının neden bir türlü bitmediği anlamaz, sanki bir alay insana bakıyormuş gibi, sanki bütün insanlığın derdi, ihtiyaçları kendi omuzlarına yüklenmiş para harcadığını düşünüp sitem ederdi. Daha kendine bir pantolon bile almamıştı işe girdiğinden beri. Asiye'nin, çocukların, alacaklıların isteklerinden Rauf kendi üstüne başına bile bir şey alamıyor, o kadar borcun harcın içinde bazen başka bir alemde kaybolduğu da oluyordu. Çocuklar sürekli bir şey istiyordu; Rauf, hiç bağırmaz, kızmaz, reddetmezdi çocuklarını. Ortanca oğlu okuldaki bir arkadaşının ayakkabılarını görüp aynısından kendine de almasını istemişti babasından. Ayakkabı bir maaşına denkti Rauf'un, bunu bilmiyordu tabii Rauf. "Alırız oğlum" diyordu sesini bir kat daha inceltip, sanki "Oğlum, etme, nasıl alalım?" demeye çalışır gibi "Ayın onunda alırız" diyordu. "Listeye koydum oğlum, sen hiç merak etme, ilk sırada ayakkabı var. Ev kirasını bile ödemeyeceğim", zaten ne zamandır hep geç veriyordu kirayı. Ekrem Bey Rauf'u gördükçe yüzü bir ekşiyor, bir tuhaf hal alıyordu, gidip kirayı ne zaman vereceğini sorsa, cebinde beş kuruş yoktu Rauf'un, biliyordu. "Gerekirse sokakta kalacağız, yine alacağım sana o ayakkabıyı. Hem de bir değil iki tane alacağım ki her gün aynı ayakkabıyı giyme, ayağın kokmasın."


Ortanca oğlu eskiden babasının bu sözlerine inanır, ayın onu geldiğinde babasının, istediği şeyleri alıp yatağının başucuna, sabah işe gitmeden koyacağını ve daha kendine gelemeden sabah gözlerini açtığında hediyeleri görüp sevinçten evde oradan oraya koşacağını düşünürdü. Sabah uyandığında hediyeleri göremezdi, genelde anası biraz evvel karşı komşudan istediği bulguru ayıklıyor olurdu ve küçük kardeşi mütemadiyen ağlardı.


Bir defasında Rauf maaşını aldığında ailesini şehir merkezine götürmüştü. Ne hikmetse o zaman maaşı daha yatmadan bitmemiş, alacaklılar seher vakti boğazına sarılmamış ve ev sahibinin kahredici adımlarını merdivende duymamıştı. Çocuklar ilk kez gidiyordu şehir merkezine, Asiye ile bir iki defa gelmişlerdi daha öncede hiçbir şey almadan, sanki kendi yaşam alanın dışına çıkmış ve her an bir yabani hayvana yem olabilirmiş gibi korkuyla derhal eve dönmüşler, sürekli harcamaya yapmaya teşvik eden reklamlar, mağazalar, insanlar Rauf'un fenalaşmasına neden olmuştu.


Büyük oğlu evin durumunu biliyor, bir şey istememek için adeta kendini zor tutuyordu. Ağzında kelimeler su gibi kaynıyordu sanki çocuğun. Ortanca oğlu daha otobüste başlamıştı isteklerini sıralamaya. Büyükçe bir mağazanın önünden geçiyorlardı, Rauf böyle yerleri oldu olası sevmez, gözünü haramdan sakınmak ister gibi, hızla yürürdü böyle büyük mağazaları gördükçe. Başını başka bir yana çevirir, hemen girişteki güzel kadının aldatıcı sözüne kanmamak için kulağını sağır ederdi ama nafile, sanki sesi içine işlerdi kadının, içi bir hoş olurdu Rauf'un. Büyükçe bir mağazanın önündeydiler, korna sesleri, seyyar satıcıların haykırışlarını bastırıyor, zabıtanın peşine düştüğü, tezgahı felan bırakıp canhıraş bir şekilde koşturan, insanların nefesleri, adımları, çığlıkları kulaklarında çınlıyordu Rauf'un. Çocuklar ise gördükleri görmedikleri her şeyi istiyordu.


"Baba, şu ayakkabıya bak, iki milyonmuş sadece."


"Alırız oğlum ayın onunda."


"Şu gömlek bana çok yakışır baba."


"Listeye yazdım, oğlum."


"Ne zaman alırız baba?"


"'Ayın onunda' dedim ya oğlum?"


"Ayın onu ne zaman baba?"


Ayın onu bilinmeyen, hiç gelmeyen ve asla gelmeyecek olan bir zamandı. Takvim yaprakları ayın dokuzunu gösterdiğinde gece yarısı direk ayın onbiri olurdu, çocuklar kendini bildi bileli ayın onu hiç gelmemişti.


On beş yıllık karısı Asiye de sanki düşmanın cepheyi yardığını sezmiş de savaşı kaybetmemek için çocukların safına geçmişti ve kör kurşunu Rauf'un böğrüne sıkıyordu.


"Bir iki bir şey alalım çocuklara Rauf, el alem ne der?"


"Olur, Asiye" dedi.


"Rauf ne alalım? Sana da bir şey lazımsa onu da alalım hazır gelmişken, bir daha tekrar tekrar gelmeyelim."


Rauf bunca yıllık eşine bir an yabancılaşıyor, sokakta mağazanın girişinde kendisini bekleyen güzel kadının, insanların ve çocukların içinde niye zor durumda bıraktığını, sanki cebinde ne kadar para olduğunu bilmiyormuş gibi davrandığını anlayamıyor, küplere biniyordu. Asiye daha fazla dayanamadı.


"Bir kazağı var, başka bir şeyi yok çocuğun. Hep aynı şeyi giyiyor, çocuklar alay ediyormuş."


Şimdi de oğlunun zor durumda kaldığını belirtip Rauf'un oğlunun daha fazla üzülmesini istemeyeceğini bildiğinden üzerine gidiyordu.


"Her gün elimde yıkıyorum, en azından bir tane kazak alalım" diyordu en büyüğüne.



Rauf varlığı artık inkar edilemeyecek ve karşı konulması mümkün olmayan bir şekilde alımlı güzel satıcı kızın, karısının ve çocukların ümitli, neşesiz, garip bakışları altında derin bir tereddüte düşüyor, aslında hiçbir şey almayacağını bildiği halde bu kararsızlığı kendisi de bir türlü anlamıyordu.


Satıcı kız yüzündendi kesin, bu kadınlar kesin büyü yapıyor, mağazanın önünde geçen herkes muhakkak mağazaya varıp bir şeyler alıyor ve genellikle parasını haberi olmadan son kuruşuna kadar harcıyor ve evine dönerken girişteki kadının güzel gülücükleri kendilerini öyle bir mest ediyor ki paralarının bittiğini ancak eve vardıktan sonra anlıyorlar.


Rauf kendini kıldan ince, kılıçtan keskin bir köprüde, altında kimi insanların derin bir azaba uğratılacağı gürül gürül çağlayan bir ateşin yandığı sonsuz bir yerde gibi hissetti. Az daha mağazanın önünde durursa yanıp kül olsa dahi kurtulamazdı borçtan. Korkuyor, terliyor, insanların sanki o zamana kadar sakladığı, herkesten gizlediği bütün günahlarını biliyormuş gibi aşağılayıcı bakışları daha bir yerin dibine sokuyordu Rauf'u. Tez vakitte eve dönmeliydi, bunun oluru yoktu.


Davrandı, burada daha fazla durursa üzerine güneş vurmuş kar taneleri gibi eriyip yitecekti Rauf. Çocukların yanına sokuldu, "Haydi" dedi, "Gidelim başka bir yere?"


"Ayakkabılar" dedi en büyük oğlu. "Ayın onunda" dedi Rauf, "Alırız oğlum, listeye yazdım."


Sefa Taşkın

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.