“Tabancamın sapını gülle donatacağım/ Alacağım başka yar, seni çatlatacağım” diye türküler dinleyerek büyüyen Karadeniz uşağı okuryazarlığı ilerletip bir kitap yazarsa adını da “Kalemimin Sapını Gülle Donattım” koyar. Ünlü tiyatrocumuz Ferhan Şensoy bu kitabında çocukluk, öğrencilik yıllarını anlatır tatlı tatlı. Sözcükleri, cümleleri okumazsınız da sanki kaydırak taşı gibi onlarla suda kayar gidersiniz.


Şensoy, Galatasaray Lisesi’nde öğrencidir. Orta kısım bitmiş, liseye başlanmıştır. Şensoy’un bulunduğu sınıfa büyük ikramiye çıkar. Edebiyat dersine Tahir Baba; ünlü eleştirmen, yazın tarihçisi, bir anıt kişi gelir: Tahir Alangu. Daha ilk derste öğrencilerine şöyle der:


- Mollalar, o önünüzdeki, üstünde “edebiyat” yazan kitap okunmayacak! Ananıza babanıza söyleyin, size birer Sait Faik külliyatı alsın.


Bir hafta sonra… Sıraların üzerinde Sait Faik kitapları… Bir ay içinde herkes Sait Faik’i hatmetmiş durumda. Alangu bize hiç duymadığımız yeni yazarları tanıtıyor, kitaplarını getiriyor, öykülerini okutuyor, her gün yeni bir pencere açıyor bize Tahir Baba. Kimi gün bir Çehov öyküsü kimi gün Homeros… Sınıfta herkes öykü yazmaya başlıyor. Birden fazla duvar gazetesi çıkarılıyor.





Ferhan Şensoy’un lise öğrenciliğini kıskanmamak olur mu? Bu ne büyük şanstır ki karşılarına bir edebiyat adamı çıkıyor. Bir dilin; o dilde yazılmış şiir, öykü, masal, roman okuyarak öğrenileceğini bilen birinin öğrencisi olmak ne büyük mutluluktur! Tahir Öğretmen çocukları müfredat hapishanesine sokmuyor. En güzel dersi okumayı sevdirerek işliyor. Çocukları nitelikli okuryazar olarak yetiştiriyor. O çocuklar, nitelikli okurluklarını sonradan yazarlığa dek götürüyorlar.


Peki ülkemizde edebiyat derslerine giren kaç Tahir Baba vardır? Bunlardan kaçı müfredat sopasından korkmaz?


Ben Ferhan Şensoy gibi şanslı bir öğrenci değildim, tersine çok şanssız bir öğrenciydim. Ortaokuldaki Türkçe öğretmenimiz Sami Bey’den ve dersinden en az matematik kadar korkardık. Öğretmenimiz kürsüden hiç kalkmadan ders (!) işlerdi. Dilbilgisi terimleri ( ad, önad, adıl vb.) ağzından birer küfür gibi çıkardı. Konuşmazdı, hakaretler yağdırırdı soruları yanıtlayamadığımızda. Kendini ve Türkçeyi sevdirmemek için ne gerekiyorsa (!) yaptı.





Öğretmen okulunda işler düzelse ya, ne gezer! Yine kürsüyü kaptırmamaya kararlı bir öğretmen geliyor edebiyat dersimize. Edebiyat ve kompozisyondan düşük notlar alıyorum. Sene sonuna doğru edebiyatı kurtarıyorum; ama kompozisyondan eylüle kalmam kesinleşmiş gibi. Bir umutla ödev istiyorum, veriyor: Namık Kemal’in İntibah romanını oku, özetle. Ben bu kitapla edebiyattan ve okumadan iyice uzaklaştım. Kendisi alıp okur mu acaba Tanzimat yazarlarını? Bunlar bugünkü okuma beğenisini karşılar mı?


Okul bitti, okumayı sevmeyen ilkokul öğretmeni olarak Van Başkale’ye atandım. Bir köyde öğretmenim. Aybaşlarında Başkale’ye iniyoruz. Artık bana da ikramiye çıkıyor. İyi bir Türkçe öğretmeni olan Mustafa Ünüvar ile tanışıyorum. Kahvede çay içerken çantasından Aziz Nesin, Fakir Baykurt, Yaşar Kemal çıkarıyor. Güzel konuştuğu kadar güzel de okuyor. Etkilenmemek elde mi? Hepimize birer kitap veriyor. Biz, köy öğretmenleri köyden köye, karlara bata çıka 50-60 km yol yürüyüp okuduğumuz kitapları değiştiriyoruz. Okudukça konuşmamız değişiyor, özgüvenimiz artıyor. İçimizi büsbütün yıldızlar donatıyor.


Mektuplarımızı eskisinden çok rahat ve uzun uzun yazıyoruz. Üç dört kâğıdı arkalı önlü dolduruyoruz. Arkadaşlarımızdan bize gelenler bir sayfalık, o da selam kelam ve basit sözlerle dolu… Elime öğrenciliğimden kalma ders defterlerimiz geliyor. Yazdığım yanlış sözcüklere, bozuk cümlelere kendim de gülüyorum artık. Yazım kurallarına uymak gerektiğini okulda değil de yaşamın içinde, okuyarak öğreniyorum. Sen çok yaşa e mi Mustafa Öğretmen! Beni artık kim tutar? Düşük notlar aldığım dersin öğretmenliğini, Türkçe öğretmenliğini seçiyorum yüksek öğrenimde.


Ortaokul ve liselerimizde Türkçe ve yazın öğretmeni olarak 26 yıl çalıştım. Dersimi sevdirmek için örnek okumalar yaptım. Aziz Nesin, Muzaffer İzgü gibi ustaların gülmece öyküleriyle Türkçe ve edebiyatımızı sevdirmek için uğraştım. 26 yıllık öğretmenliğimde Türkçe ve yazın derslerinde en başarışı öğrencilerim hep kızlar oldu. Aynı anne babanın çocuklarını aynı sınıfta okuttum. Bir gün bir kız öğrencime sordum:


- Sen Türkçede başarılısın, iyi kompozisyonlar yazıyorsun. Güzel konuşuyorsun ama kardeşin senin gibi değil, neden?


- Öğretmenim, kardeşim erkek olduğu için hep dışarıda, biz de evdeyiz. İnsan radyo, televizyondan da bıkıyor. Oturup kitap okuyoruz. Başarılıysak bundandır. Ben kardeşimin elinde bir gün olsun kitap görmedim ki.


90’lı yıllarda Suadiye Lisesi’ndeyim. 9-C’nin kompozisyonlarını okudum. Otuz kişilik sınıftan 15 kişinin yazıları çok iyi. Şöyle bir baktım, 10 öğrenci kız. Kalan beş erkek öğrenci de aynı ortaokuldan mezun ve Türkçe öğretmenleri de aynıymış. Aslında Almanca öğretmeni olan kadın meslektaşım Türkçe derslerine girmiş. Çocuklara okumayı sevdirmek için “kanaat” kullanır, yüksek sözlü ve ödev notları verirmiş. Bu öğrencilerimin on beşini de tahtaya çıkartıp alkışlattım. Süremiz yettiğince yazılarını okuttum. Ben de onlara kanaat kullanıp yüksek notlar verdim. Ama bu arada bunlara da sordum yazımınızı böyle güzelleştirmek için ne yaptınız diye. İçlerinden biri, Ayça Dilaver “Hocam açık söylemek gerekirse ben önce öğretmenimize yalakalık olsun diye okudum. Çıkarcı davrandım. İyi notlar almak için okudum sonra da okumayı sevdim. Düzenli kitap okuma alışkanlığım oldu. Yoksa özel bir çalışmam olmadı”


Yaşar Kemal’in lise öğrenimi bile yoktur; ama o bir edebiyat devidir. Bir destan anlatıcısı, Çukurova destancısıdır. Eğer Yaşar Kemal’i müfredat çerçevesine soksaydık şimdi böyle evrensel çapta bir yazarımız olur muydu?


Özetle bir dersin zorunlu oluşu, bu zorunluluğun bir soruna dönüşmesine yol açmaktadır. Zorunlu ders, zorunlu kitap bir de sorunlu öğretim görevlisi/öğretmen… Deyim yerindeyse Bermuda şeytan üçgenine dönüştürülen anadili eğitimi çocuklarımızı ve gençlerimizi anadilinden adeta uzaklaştırmakta hatta ona yabancılaştırmaktadır. Bu tehlike kültürel bir eritmenin da parçası olagelmektedir. Biz eğitimcilere düşen, öğrencilere önce dil sevgisini aşılamak bunu da çocuklarımızı müfredat mengenesine sokup kafa ve kollarına sınav çivisi çakmadan yapmaktır. Dil sevgisi de ancak o dilin yazar ve şairleriyle yani edebiyatı ile aşılanabilir. Yoksa onca emek ve zamanın karşılığı koca bir hiç olur.


30 yıldan fazladır bir eğitim neferi olarak dil sevgisinin ve eğitiminin gerçeğe dönüşmesi için yapılması gerekenler bana göre şöyle:


  • Okumayı sevdirerek okuma alışkanlığı edindirmek,
  • Öğrencilerimizi nitelikli okur durumuna getirmek,
  • Öğretim görevlisini, öğretmeni müfredata, zorunlu kitaplara tutsak etmemek,
  • Derslerde Müşfik Kenter, Işık Yenersu gibi sanatçıları cd’den izletmek,
  • Ders saatlerini okuma ve okudukları üzerine konuşma saatlerine dönüştürmek,
  • Her öğrenciyi drama eğitiminden geçirmek; yani her öğrenci iki dönemde de bir rol oynamalı, bir fıkrayı, bir masalı, bir şiiri, bir öyküyü sahneden izleyenlere sunmalıdır.

Ya bunları yapalım ya da bu zorunlu diğer bir deyişle sorunlu dersleri kaldıralım. Boşa zaman ve emek harcamayalım.

HASAN YÜKSEL

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ÖĞRETMENİ

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.