Bazı Akdenizliler de Karadenizliler kadar yaylaları severler. Haziran 1 geldi mi şehri esir alan sıcağın bir sesi bile vardır oralarda: “harrrr”. Gündüz şehirde çalışıp, akşamları sıcaktan kaçıp rahat nefes almak ve ailelerine kavuşmak için, çok eskiden yalnızca otobüs ya da dolmuşla, şimdi bir de arabayla yaylaya çıkarlar “yaylacı”lar. Yaylanın en tepe noktasından şehre, denize doğru baktığınızda çok kalın bir nem tabakasından başka bir şey göremez, denizi seçemezsiniz.


Yaylacıların çocukları genelde sabah ve akşamları “pide” almaya gönderilir. Pide, yaylanın en popüler besin kaynağıdır. Fırına pide almaya gitmek bizim için asli bir görevdir. Eğer çarşıdan hızlı adımlarla dönen bir çocuk görüyorsanız, yanakları şişkinse, bilin ki elleri fırından taze çıkmış pideyi taşımaktan yanıyordur ama bu acıya rağmen sıcak pidenin albenisine kapılıp belki de yarısını bile eve götürmeden mideye indirmiştir. O mutluluk paha biçilmez bir heyecandı...


Ellerimizi yakan, gözlerimizi kamaştıran başka mutluluklar da vardı. Beş-altı yaşlarındayken bir gün bahçeye, erik ağacının dallarıyla gıdıkladığı evin koridorunda ellerimi yıkıyordum, kuzenimle toprakla uğraşmıştık. Bir anda yan tarafımda mavilerin en mavisinden kuyruğu olan, yeşilin en tatlı yeşilinden de bir vücudu olan mini mini bir kertenkele belirdi. Heyecandan ve mutluluktan ne yapacağımı şaşırdım, o kadar güzeldi ki bu yavru. Gözlerimi iyice aça aça yaklaştırdım kafamı ona doğru, o da donakaldı. Sonra “tamam” dedim içimden, ona dokunmama izin veriyor. İşaret parmağımı kuyruğuna hafifçe dokundum ve hayvanlarla ilgili ilk ve en büyük şokumu yaşadım. Yeşil vücut güzelim mavi kuyruğunu o anda terkedip gitti – kuyruk yerinde duruyor, maviliğiyle kıpır kıpır hareket ediyordu. Çocuk aklımla “bana hediye verdi” diye düşünmüştüm, bu yarım kertenkeleye teşekkür etmiştim içimden. Saniyelerce o kıvrım kıvrım kıvrılan mavi kuyruğa hayranlıkla baktım, belki içinden başka bir yeşil vücut çıkıp büyümeye başlar ve ona sahip olabilirim diye. Bekledim, bekledim, tabii ki böyle bir şey olmadı. Bu naif umut mavi kuyruğun kendini bahçedeki papatyaların arasına atmasıyla son bulmuştu. Benim de sevincim birkaç saatlik sessizliğe dönüşmüş, onu dokunan parmağım üzüntüden uyuşmuştu.


Yaylada bahçesi olmayan ev yoktur. Bu bahçeli evlerin birinde varlıklı bir aile vardı, çocukları sevinsin ve biraz da “havalı” olsun diye dokuz - on tane tavuskuşu almışlardı bir dönem. Evet, şaka değil, gerçek: Tavuskuşu! Ara ara kendileri bahçelerinden çıkıp başkalarına kendilerini ve meşhur kuyruklarını övünçle gösteren bu tavuskuşlarını görebilmek kendimizi özel hissettiriyordu. Bir sabah, daha henüz pide saati gelmemiş, çay demlenmemiş, kediler uykularından uyanmamışken, bahçemizde bir tavuskuşu görmüştük. Sessiz bir dayanışma içinde tüm kuzenler birbirini uyandırmıştı - bu doğa harikasını izliyorduk. Benden daha maceraperest kuzenim bahçeye inip onu selamlayacağını açıkladı, bizim de aklımız çıkmıştı, resmen yutkunamıyorduk. Daha once hiç bir tavuskuşunun hayalini bile kuramazken, ayağımıza kadar gelen bu renkli güzelliğe dokunmak çok çekici ve bir o kadar ürkütücü bir bilinmezdi. Kahraman kuzenimizi bahçeye yolladık, balkonumuzdan sahneyi izliyorduk, bir patlamış mısır eksikti o anda: Küçük kuzenim tam ona dokunacakken kafası birkaç kez gagalanmış, tabiri caizse didiklenmiş, alnından kanlar akarak eve geri döndü. Çok kızgındı, elleri, gözleri sevgisi yüzünden kana bulanmıştı. Doğru hastaneye gidip dikiş atıldı, biz de tavuskuşlarının renkli güzelim kuyruklarına kanmamayı öğrendik…


Akdeniz’in başka bir şehrinde, okulların tatil olduğu soğuk bir bayram günü pazar yerinde minicik ufacık bir tavşan görmüştük, satılığa çıkarılmıştı. Abimle anneme ve babama boğazımız patlayana kadar yalvarmıştık, bu tavşana sahip olmak istiyorduk. Bizimkilerse eve, şehre döndüğümüzde ona kimin bakacağı kaygısından çok, benim çok üzüleceğimi düşünerek önce direnmişlerdi. Tabii ki sonra o tavşan alındı, eve getirildi. Ben ilk günden itibaren geceleri sevinçten hiç uyuyamıyordum. Uyuyor taklidi yapıp gecenin ortasında horultuların ve sobanın ısıttığı evde tavşanımı bulmaya çalışıyordum. Bu arama çok da kolay sonuçlanıyordu çünkü küçük dedektif Gadget o kadar üşüyordu ki hep sobanın yanına geçip ısınarak uyuyordu. Onu alıp uyandırıyordum ki fırsat varken seveyim, okşayayım. Elimi yakmıyordu, ısıtıyordu, hem kendi tatlılığıyla hem de sobanın ısıttığı vücuduyla. Fakat her güzel şey gibi, tatil de bu sevda da bitmek zorundaydı; büyük şehre dönme vakti geldiğinde çok üzülmüş ve ağlamıştım. Her gün okuldan akşam bizimkileri zorla Gadget’ın kaldığı yeri telefonla arattırıyordum, haberini alıyordum. Büyüyordu, fakat ben onu göremiyordum….


Yeterince büyüdüğümde seneler sonra öğrendim ki o bayram şehre döndüğümüz gün, ailenin büyük-büyük dayısı kendi çiftliğine götürmüş tavşanı, afiyetle de yemiş. Bu sefer yüreğim yanmıştı, dayının midesine inen dedektif Gadget yüzünden…


Büyüdüm, iş sahibi oldum, masum bahçelerin olmadığı İstanbul’da evime dönüyordum denize dik inen Caddebostan sokaklarında. Öyle bir yağmur vardı ki, yürümemi yavaşlatıyordu, dizlerime kadar sırılsıklamdım, ama mutluydum. Sokaklarda rahatça dolaşmaktan korkmaya başladığımız o yıllarda gece eve dönmek hep hızlı adımlarla yapılan bir işti. Yağmurdan dolayı yürümekte zorlandığım için iyice korkmaya başlamıştım. Caddeye çıkıp, yukarıya, Erenköy’e doğru devam etmem lazımdı, fırtına da eşlik etmeye başladı. Orada, köşede, siyahlı beyazlı kocaman güzelim bir sokak köpeği bana bakıyordu, “beni takip et” dermişcesine. Yanına gelmemi beklemeden yukarı doğru çıkmaya başladı, beş saniyede bir arkasına kafasını çeviriyor, orda mıyım diye kontrol ediyordu. On dakikalık yürüyüşümüz bu şekilde, o önde beni ara ara kontrol ederek, ben arkada onun koruyuculuğuna hayran olarak devam etti. Köpek benim sokağımın köşesine vardığında durdu, bu sefer tüm vücuduyla döndü, “işte geldik” gibi. İnanamıyordum, adresimi nasıl biliyordu! Güzel gözleriyle bana baktı ve tekrar aşağıda caddeye doğru inmeye başladı. Bense orada sırılsıklam üstümle, tutamadığım şemsiyemle, hayranlıktan açık ağzımla onu izlemeye başladım, yanımdan geçerken de teşekkür amacıyla kuyruğunu sevdim…


Tekrar bana baktı, “bir şey değil” dedi gözleri, karşılıklı gülüştük diyebilirim, inanın… Geçmişteki tüm yarım kalan sevgilerin inadına beni sokağıma kadar geçirmiş, yarı yolda bırakmamıştı…


Sonraki günlerde anladım ki, her sabah zorunlu olarak hızlı adımlarla yürüdüğüm caddeye doğru giderken, iskeleye gitmek üzere dolmuşu beklediğim köşeye arkadaşlarıyla birlikte benimle aynı rotayla iner, orada dolmuş bekleyen kuyruğun sevgi seliyle güne merhaba diyormuş bu köpek. Evimi de aklına oradan kazımış demek ki…


Yazı: Pınar Sezginalp


Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!
  • Misafir Ne kadar güzel yazıyorsun Pınar'cım, duygu yüklü, açık yürekli, güzel ifadeli hatıratlarının tadı damağımda kaldı
    CEVAPLA

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.