Tam yirmi bir yıl önce vazgeçtim çocuk olmaktan ve burnumda sabun kokusuydu anam. İlk kanadığım yıldan bir yıl sonra. Ergenim bile diyemeden, aşk acısı çekemeden çektim ana acısını ve düşümde kaldı beyazlarda pamuk hali ile yakasında kan kırmızı bir gül, başında zeytin yaprağından taç ile. Anam ne hoş kadındı tarifsiz. Kimin anası hoş değildir ki. Bir şen kahkaha atardı en aydınlık yer olurdu her yan. Acısına küfrederdi. Sızlanmak mı, o da ne. Yediği morfinlerin etkisi geçince en okkalısından bağırırdı hadi devam diye. Çocukla çocuktu anam, kadınla kadın erkekle kadın ama en güçlüsünden. Yaşlı genç demeden toplardı etrafında. Onunla konuşmak keyifti. Kelimeleri öylesine güzel yanlış kullanırdı ki bazen cümle içinde. Kimse ondan daha güzel kullanamazdı doğrusunu. Bir ruj sürerdi en kırmızısından, değme makyözlerin zanaatına taş çıkarırdı yüzünde duruşu. Anam çok güzel bir kadın değildi ama ömürlük gülüşü vardı öpülesi, bir de maviye çalan yeşil, yeşile çalan mavi gözleri...


Babasını hiç görmemiş bir kız çocuğuydu. Sonradan babasının yazdığı, asla basıma verilmemiş günlüğünde tanımıştı onu. Yeri geldiğinde annesine bile karşı duran, hayatının tüm yükünü omuzlarında sırtlamış bir minik kız çocuğu yaşından önce büyümüş. Eskiydi anam. Savaştan kalma yokluk zamanının çocuğu. Bir o kadar da yeni. Sigara sarar ama içmez, gecenin üçünde arabası ile sene yetmişlerin ortası bir şehirden diğerine seyahat ederdi. –di’li geçmiş kullandığıma bakmayın, ben hikayenin en içinde büyüdüm. Öyle hevesle beklerdim ki elektrikler kesilsin diye. Bir anamın gölge oyunu eliyle yaptığı o kocaman kanatlı şahin, bir de anlattığı hikayeler kelimesi kelimesine tazedir aklımda, canımda.


Babamı çok seven kadın, babamın çok sevdiği kadın. Bazen öyle güzel iddia ederdi ki hani öylesine sanki ondan daha güzel iddia eden olmaz gibi. Derdi ki “Yunanistan Adası o karşımızda duran, sanki on iki adaların tamamı bizim.” Eh ne yapsın gönlü zengin. Sonra da birden öyle güzel “hayır canım ben öyle mi dedim!” derdi ki çark edip, ondan daha güzel hayır diyen olmazdı bir daha. Değme kaptan yapamazdı o manevrayı öyle inceden, sessiz ve derinden. Elin Fransızına "butterfly egg" yedirmiş kadındır zira. Kızcağız tereyağında kelebekli yumurta yiyecek diye heyecandan sonradan "gurmeme" olmuş olup yağda yumurtayı görünce şaşı bak şaşır olmuştu maalesef. Kelimelerle oynardı öylesine ama imla desen hep biraz az. Zehir gibi matematikçiydi. Hayatta sadece kendi ile yarışır, bükemediği bileği saygı ile sıkardı.


O ki üç kişilik çadırın önünde bol gönlü ile dört milletten yirmi kişiyi aynı sofrada ağırlamış kadındı. Pikniğe giderken unutulan yemek tabakları yerine ekmek torbalarından tabak yapan kadın. Tırnağının ucu kırılsa sızlanmak kenarda dursun. Köftesine, sohbetine, gülüşüne doyum olmaz insan. Bir şekilde onunla yolu kesişenler, yıllar sonra beni gördüklerinde, bazen derler annene benziyorsun diye. Bir değil çok parça huzur dolar içime o an keşke benzesem, benzeyebilsem diye.


Bu hayat dolu içinde mutlu kalma ve olabilme potansiyelini her zaman korumuş insanı aramızdan aldı o illet hastalık. On iki yaşıma çeyrek vardı. Bir kış günüydü. Babam ile çektiler beni karşılarına. Adına kanser denen ve benim ne olduğunu Meydan Larousse serisinin beş cildinde de tek tek okuduğum, Tesla'nın keşfi, MR cihazı tespit etmiş kitleleri. Biraz hızlı mı ne büyüyorlarmış. Ama annem, “Direneceğim, sen merak etme” dedi. “Beni yenemez bilirsin, benim kızım kim” dedi. O zaman henüz sivilcelenmemiş bile yeni yetme ben ilk kez korktum bir yakınımı kaybetmekten. Kayıp neydi biliyorum. Anneannemi kaybetmiştim ilk on yaşımda. Ama annem, anam! Yok olmaz, olamaz dedim birden anneeee diye boynuna sarıldım. Babam aldı beni kucağına. Annem saçlarımı sevdi. Şiiişşş dedi korkma hadi ağla ama sonra da gülümseyelim tamam mı. Olmayacak bir şey sen merak etme.


Derken ameliyat. Narkozdan ayılamamış. Öyle bir tokat atmışlar ki en son yüzünün kenarı mosmordu onu elimde papatyalarla ziyarete gittiğimde. En sevdiği çiçektir, hala alırım. Tedavi sürdü. Önce saçlarını kazıttık. Çoğu zaman bandana bile takmadı. Alışkınım ben derdi. Çocukluğunda ovada üç ay kazınık saçla gezermiş aykırı kadın. İflah olmaz Elvis ve Tom Jones hayranı ve de Elizabeth Taylor. Kızım olursa gözleri menekşe rengi olsun dermiş. Ama ben de anamdan uzağa düşmedim malum. Bir de resim yapardı ki ve nasıl güzel dikiş dikerdi. O yaz şişen karnını kapatacak kocaman kocaman etekleri dikmişti kendine. Ve son resmi hala odamda asılıdır. Kızım anneannesinin orada yaşadığını sanıyor hala. Hayalindeki sahil kasabasındaki evi resmetmiş. İyileşirse her şeyden kaçıp oraya yerleşecekti...


Olmadı, üç yıl sürdü. Azmin zaferi diyemedik. Bizim aile tarihimize altın harflerle kazınan ismini yaşatmak düştü acıdır ki bize. Bir Kasım günüydü on üçü, on dördüne bağlayan akşam vakti. Seslendi babam "Kızım çabuk hemen gel" diye. Son yemeğini elimden yemişti. Odama gitmiştim. Dersler içimde, ben onların içinde boğuluyordum. Hazırlık bitmiş ve kanlı lise bir başlamıştı. Konsantre olmak imkansız. O vakte kadar başarısızlığın ne demek olduğunu bilmeyen ben sürekli tökezliyordum- ki sonradan anladım gerçek başarı tecrübelerimizdeymiş.- Koşarak geldim o bir daha sadece temizlikten temizliğe girebildiğim soğuk salon odasına. Annem o gözümde dağ gibi duran büyük kadın, kaşık kadar kalmıştı ve inilti gibi bir ses çıkıyordu boğazından, sonra bir hırıltı ve saat 18:25 idi. Eli elimde kaldı başı babamın omzunda. Ve ben babam gözyaşları içindeydik. Anlayamamıştım. Cemal Süreya’nın yıl sonra ezberimden hiç çıkmayacak şiirindeki gibiydi. “Sizin hiç anneniz öldü mü, benim bir kez öldü ağladım...”


Telefona koştu babam ben de o an ölen çocukluğumun cenaze töreni öncesinde bacağına yapışmış beş yaşında bir kız çocuğuydum. Teyzemi aradı ilk önce. Kaybettik dedi, başaramadım dedi. Halbuki öyle bir şey başarmıştın ki canım babam. Kayıp sonrasında sıkça kanımda hissettiğim en zor kelimedir benim için. Hala bir parça korkarım.


Derken önce günler geçti, sonra haftalar ve ay. Ev dolup taştı. Gelenler, gidenler ve daha önce hiç duymadığım kadar acı hikaye. Ondandır ki ölüm evinde hala içimden şarkımı söylerim ben. Gidenin hatırına ve susarım anlatmam acı hikayemi saklı tutarım "Fatiha"da. Babam dedi ki "Ee Neriman kuzum, kaldık mı bir başımıza". Evet öyle idi gerçekten, bir başımıza...


Benim için acının tarifi o zaman döküldü kelimelere yazdım, yazdım, yazdım. Hala da yazarım. Hatta bir kez o evin sokak kapısının soğuğu çarpıyor yüzüme her kapıyı açtığımda diye bir kompozisyon yazmıştım da Türkçe öğretmenim, sağ ise kulakları çınlasın, “gece boyu ağladım, kalbinden öperim” diye sarılmıştı bana. Ne güzel kelime kalbinden öperim.


Ha niye mi anlattım bunca şeyi gece gece. Kalbinden öpün sevdiklerinizi, sevmediklerinizi bile aslında karşınızdaki her insanı. Çünkü herkesin içinde saklı bir acısı vardır sustuğu.


Bağlarım öyle ya da böyle bir yere. Hiç merak buyurmayın. Onca içtendir bundan sebep gülüşüm. Öyle bahardır her kışın ortasında duruşum. Çünkü babam bilmez su getirmek için gitmişti tam o anda mutfağa ve annem tuttu elimden ve inilti içinde seslendi bana. Üzülme her gecenin bir sabahı var diye.


Gülümse, hadi gülümse...


Neriman Ekinci


Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!
  • Misafir gözyaşlarımı tutmaya çalışıyorum iş yerinde.. :((((
    CEVAPLA
  • Misafir hayat hepimiz için bir perde aralıyor. önemli olan belki de yılmadan, yine de her şeye rağmen devam edebilme gücünü saklı tutmaktır kim bilir.
    CEVAPLA

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.