Neyin yası?

Yas mı? Neyin yası? Huzurlu yatağında bir sabah uyanmayıp hayata veda eden babanızın yası mı? Kalp krizi geçirip bir anda ölüme giden annenizin mi? Trafik kazası geçirip ölen arkadaşımızın mı? Giden bir sevgilinin, biten bir sevginin ardından tutulan yas mı? Hangisi?


Göz göre göre, bilinçli, organize bir şekilde katledilmiş insanların arkasından “yastayız” ifadesi çileden çıkartıyor beni. Yas bir sükûnet, geri çekilme, tevekkül halidir. Bu ülke ebedi bir yas içinde değil mi ki zaten? Bu bitmeyen yas halimiz sebep değil mi ki kötülüğün bunca alan bulmasına? Başımıza gelen her felaketten sonra yeri yerinden oynatmak, o koltuk sevdalılarını yerlerinden silkelemek, hesap sormak yerine, sadece yas tutmayı seçip hep sessiz kalmamız sebep değil mi zaten her defasında katlana katlana katledilişimize?


Ben yasta falan değilim arkadaşım. Ben öfkeliyim. Yasımı, sadece dört gün önce değil, yıllar boyu katlettikleri insanların vebalini ödeyip cezalarını çektiklerini gördüğüm günden sonra tutacağım.


Katledilmenin, terörün bir kader olmadığı ülkelerin terör saldırılarından sonra yas tutmaları anlamlı olabilir. Başlarına gelen/getirilen felaketlerden sonra yeri yerinden oynatan, sorumlulara bedel ödeten toplumlar yas tutmayı hak eder. Ben bu ülkenin vatandaşı olarak yas tutmayı bir utanç olarak taşıyorum.


Kötülük bir anda örgütlenip yayılıverir, iyilik güç gösterisi yapmaz” demişti Latife Tekin Unutma Bahçesi’nde. Kötülük yeni doğmuş bir şey değil. Yok edilebilecek bir şey de değil. Kötülüğü yok etmek için insanı yok etmek lazım. Ve belki kötülüğün bu mücadelede bir adım önde olduğunu da kabul etmek lazım. Çünkü yıkmak yapmaktan her zaman daha kolaydır. Barış için yıllarca mücadele edersiniz de, savaş bir anlık bir bombaya bakar yeniden patlamak için.


Lakin bu tarih, kötülerin, katliamların, savaşların en beterlerini nasıl gördüyse yıkılışlarını, hesap verişlerini, barışları da o kadar gördü. Hesap etmedikleri sadece bu.


Vahşet her bu kadar örgütlü gelişinde ister istemez daha da çok sadece çocukları düşünüyorum. Giderek iyice emin oluyorum ki bir gün bir çocuğum olursa (doğurmam da şart değil) onu bu devlete eğit diye vermeyeceğim. Bu dünyaya benim getirmeyi seçtiğim ya da sorumluluğunu aldığım bir çocuğu, devletin kirli bilgi ve zihniyetiyle zehirlemesine izin vermemek artık bir insanlık görevidir. Misal bir tek “Küçük Ağaç’ın Eğitimi”ni okusun, on iki senelik leş müfredattan bin kere daha kıymetli bilgiyle hiçbir şey olamıyorsa hiç olmazsa insan olur.


Daha iyi bir zamanda geçemezdi bu kitap elime. Taptaze bir genç bir okura hediye etmek üzere kitap ararken bir arkadaşımın önerisiyle okudum Küçük Ağaç’ın Eğitimi’ni. Küçük Ağaç, yetim kalmış bir Çeroki Kızılderilisi’dir. Anne ve babasının ölümünden sonra büyükanne ve büyükbabasının yanına dağlara gelir ve orda, yaşamı, varoluşu, görerek, tutarak, koklayarak, tadarak, işiterek büyür. Güç peşindeki Beyaz Adam’ın katlettiği bir halktır Çerokiler. Evrenin sahibi değil, parçası olmayı öğütleyen ‘Gidişat’ı öğrenir büyükbabasından. “Yalnızca gereksinim duyduklarını al” der büyükbaba “Geyik alıyorsan en iyisini alma, en küçük ve en yavaş olanını seç, o zaman geyik daha güçlü olur ve sana her zaman et verir. Panter bunu bilir, sen de bilmelisin.”


Çevremdeki bütün Küçük Ağaç’lara ve büyüklere okutacağım bu kitabı. Yas kurdelesi yerine kitapları taşıyacağım elimde. Yas tutacağım gün gelene kadar en renkli kıyafetlerimi giyecek, yapmamızdan en hoşlanmadıkları şeyleri yapacağım. Kültür diyeceğim, sanat diyeceğim. Hak yerini bulana kadar yas tutmayı reddediyorum, bütün siyahlarım sandıkta!

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.