Çağla ve nane arasındaki en kısa mesafe!

Tüm Ocak ayı ve Şubat’ın başları badem çiçeklerinin güzelliğini sayıklayıp yaşayarak geçti gitti. Sıra geldi badem baharından midemizin payına düşene! Şimdi zaman, bir badem ağacının altında elleri kolları çize çize çağla toplayıp beşini torbaya, birini mideye indirme zamanı. Dalından direk kopartarak yediğim çağlalar sonrası midemden gelen ses diyor ki “çağla zamanı bir badem ağacının dibine bağdaş kur, başka yemek istemem!”


Günlerden bulut ve yağmur kokulu bir gün, hayatımın Zorba ruhlu adamları denize kuşbakışı bakan tepelerden birinde ateş yakmak için birbirlerine odunları, sopaları uzatıp şaraba hazırlık yapadursunlar, işin en keyifli kısmı yine bana düştü. Zorba’lardan arazinin sahibi olanı girdi koluma, en güzel çağlaları bulabileceğim ağaçları uzaktan teker teker gösterdi. Görev belli! Hem eve götürmek için hem de az sonra kurulacak ateş başı sofrasına meze etmek için çağla toplayacağım. Alâ!


Yarım saat sonra üzerimden vahşi bir kedi geçmiş gibi ellerim, kollarım çizik içinde bir torba dolusu çağla ile döndüm olay mahalline. Performansımın karşılığı önümüzdeki günlerde yapılacak çağla toplama karnavalına aldığım davet oldu. Gelir miydim? Hiç gelmem mi? Beni buralarda ağaç tepesinden, denizin dibinden, tarlanın göbeğinden koparmayacak bir yaşam değil mi zaten isteğim?


Doğanın daha da içine içine girdikçe keşfettiğim şeyle gözlerim kamaşıyor, ellerim karıncalanıyor, kalbime daha çok kan, beynime daha çok oksijen gidiyor: hayat ağacın, otun, ateşin, taşın, denizin, toprağın, dağların, balığın, solucanın, arının olduğu yerde atıyor. Evini, yaşam alanını mümkün olduğunca coşkulandığın bu yerlere kurmalısın Zeren, diyor içimdeki susmayan ses. Ama beton değil, beton asla değil! Attığımız kahkahaların bile yankısı bunca başka çıkarken nasıl sussun o ses? Canlılarda bir tek hayvanlarda görebiliyorum saf ve lekesiz bir mutluluğun ne demek olabileceğini. İnsanı bu duyguya yaklaştırabilecek tek yerin tabiatın koynu olduğundan eminim artık. Bizi de yaratan, aslında hiç yabancı olmadığımız o doğayla aramıza mesafeler koyan beton medeniyetinin tozunu, toprağını silkelemek, o saf isteğe ulaşmak bile zaman alıyor.


Elimdeki kitap “İstiridye Üstü Girit”te Girit’in nasıl muazzam bir iklime sahip olduğu, Girit tepelerinde yetişen yenebilir yabani ot türünün bini geçtiği ve bu sayede de dünyadaki en özel diyetin Girit diyeti olduğu yazıyor. Anladığımız manada bir diyet değil bahsettiği. Mutfağına giren her besinini bizzat tabiatın bağrından kopartan, sağan, üreten Giritli’lerin ister istemez yanaklarından sağlık fışkırdığını anlatmaya çalışıyor. Gözümün gördüğü ufacık bir alanda bile bir elimin parmağından çok ot sayabildiğim bir coğrafyada yaşarken okuduğuma bizzat bedenim onay veriyor.


Bünyede kitaptan öğrenilmiş, Girit’te kadınların balkonda kahve içerken nane kokusu almayı sevdikleri ve bu nedenle de bahçelerinde mutlaka nane yetiştirdikleri bilgisiyle Emecik Köyü’ünde dolanırken arkadaşım bir evin balkonunun dibinden kopardığı otu uzatıyor burnuma. Mis gibi nane kokuyor dünya bir anda. Üstelik evin sahibi köylü teyze bitiveriyor hemen yanımızda ve nane kokulu balkonunda kahveye davet ediyor bizi.


Hayat, kitaplardan öğrendiğin bilgilere kendi anılarını da kattığında daha bir güzel!


Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.