Birkaç çentik daha…

18. yazım. Mor Pencere “reşit” oldu! Sayılarla ifade edilen haftaları işaretleyen yazılarıma bakarken, artık rüştünü ispatlamış köşeciğimin, bundan sonra ilerleyeceği yolu düşünüyorum. İçime tuttuğum aynanın yansıması kalsın istiyorum bu pencerede. İnsan gerçekten belli bir yaştan sonra hayatında kalanları sabitlemek ve sonsuza dek yanında tutmak istiyor. 28 Mayıs’tan bu yana içinden geçtiğimiz günlerin her birinde, hiç kaybolmayacak notlar düşüyor tarihin sayfalarına, bu yüzden biriktirip yazarak sabitliyorum yaşadıklarımı. Hiç unutmamak, hep hatırlamak, hatırlatmak ve unutmadan yaşamaya devam etmek için.



Peki ya hayatımdaki insanlar? Yıllardır hayatımı paylaştığım, birlikte yaşadığım, keyifleri keyfim, hüzünleri hüznüm olan, ailem saydığım arkadaşlarım, dostlarım, tanıdıklar… Ya onları sabitlemek mümkün mü?

Acı bir tat boğazımı yakıyor son cümleyi yeniden okuduğumda: Hayır, artık mümkün değil.



***

31 Temmuz, Çarşamba. Henüz sonuçsuz kalan ‘yenibirevbulma’ çabasıyla geçen günün sonunda, koşa koşa Taksim’e gidiyorum. 14 yaşındaki bir çocuğu sabahın köründe ekmek almaya giderken kafasından nişanlayıp gaz fişeğiyle vuran zihniyete söylemek istediğim iki çift sözüm var. 45 gündür derin komada uyuyan Berkin Elvan’ın anne-babası, müthiş acılarını paylaşmak için ancak güç bulmuşlar. Bütün dertleri Berkin gözünü açsın, bir de ona bu vahşeti reva görenlerin elleri adaletle kırılsın. Biz de elimizden bir şey gelmese de, öylece yanlarında duralım, susalım, haykıralım, Berkin’in ailesine kalabalığımızla biraz moral verelim de o enerjiyle hastaneye dönsünler, Berkin çocuk da hayata geri gelsin!

Yapamıyoruz!



***

Kalabalığın içinde gördüğüm tanıdık Gezi yüzlerine gülümsüyorum. Ne garip, her eylemde, her yürüyüşte aynı his kaplıyor içimi, neredeyse herkes tanıdık artık, birbirine hafifçe gülümseyerek selam veren her yüzü bir başka seviyorum. Eskiden bu kadar çok birbirimizin yüzüne bakmadığımızı çok iyi biliyorum.



Tam da kalabalığın içinde arkadaşlarımı ararken, şeffaf kalkanların ardına saklanan, artık birer robot gibi gördüğüm polisler harekete geçiyor. Basın açıklamasının ilk cümlelerin sonuna bile gelinmemiş oysa. Polis, ciddi bir hızla öncelikle aileyi hedef alarak kalabalığı olanca gücüyle itiyor, havada inip kalkan coplar görüyorum, 5 adım ötemde polise “ne yapıyorsunuz?” diye bağıran adamın kafasından aniden kanlar fışkırıyor. Metro girişinin yanında duran ambulansa doğru koşanlar “doktor!” diye bağırıyor, ama ambulans ne hikmetse(!) bir türlü yerinden oynamıyor!


Şaşkın, kaskatı, dehşet içinde etrafımda olup bitene bakakalıyorum. Telefonum çalıyor, arayan Elif “Neredesin, polis çok sıkıştırıyor” diyor. O tanıdık sesle kendime geliyorum. Güç bela polislerin arasından sıyrılıp Anıt’ın karşısında bir otelin önünde Elif’i buluyorum. İkimiz de sinirden titriyoruz. Anlam veremediğimiz şiddetin neden bu defa da Berkin’in ailesini hedef aldığını bilmiyoruz ki? Kalabalığın içine girerken karşı caddeden tek başına gelen Yüksel’i buluyoruz, sonra da Anıt’ın önünde polislerden sıyrılan Seyhun’la buluşuyoruz. İkiye bölünen kalabalık yarım kalan basın açıklaması için yeniden Tramvay durağının eskiden olduğu yerde buluşuyor, Berkin’in babası Sami Elvan’ın sesini duyuyoruz uzaktan, etrafımız tamamen polislerle sarılı. Ve yine 3 cümle bitmeden, polis iterek, bağırarak, coplar havada, maskeler kafada bizi İstiklal girişine kadar itiyor. Berkin’in annesi Gülsüm Elvan hayatımda gördüğüm en büyük acı yüzüne işlemiş halde bağırıyor polislere “Ne istiyorsunuz benden?”



Sahi, acısı çok büyük bir anneyi korkunç bir şiddetle susturmak neyin işaretidir?


Polis üzerimize doğru yürümeye ve kalkanlarla itmeye devam ediyor. Daha önceki acı verici tecrübelerimizden biliyoruz ki, TOMAlarla İstiklal’in girişini kapatarak büyük grubu ikiye bölen polis, gazla ve suyla caddeye girecek ve bir daha kolay kolay çıkmak mümkün olmayacak geceye kadar. Meydan’a bakan büfelerin önünde kalmaya karar veriyoruz, Elif’in eşi Doğan’la buluşuyoruz, o anda fark ediyorum ki biz üç kadın, yine el eleyiz. Önümüzden çifter çifter TOMA’lar ve iki akrep geçiyor İstiklal’e doğru. Gaz kokusu almaya başladığımızda aklım başıma geliyor, birlikte Berkin için ailesinin yanında durmaya gelmişiz, haliyle gaz maskelerimiz de, komik deniz gözlüklerimiz de yanımızda değil!


Çok geçmeden, İstiklal’e giren TOMAlardan biri, geriye doğru dönerek Meydanı ve büfeleri havadan suyunu fışkırtarak yıkamaya girişiyor. Kaçacak yer bulamayınca, bir döner tezgâhının altına doğru çömeliyoruz… Ve o çok tanıdık, ıslak, kokan su olduğu gibi üzerimizden geçiyor! Islanan kollarım, sırtım yanmaya başlıyor çabucak. Titriyorum, ıslandığım için değil, artık korkum öfkeye dönüşmüş durumda, titremem öfkemden. Neden yıllardır basın açıklaması yapılan meydanda acılı bir ailenin konuşmasına izin verilmiyor, neden şiddeti lanetlemek için geldiğimiz yerde daha çok şiddete maruz kalıyoruz? Sadece 4 paragraftan ibaret basın açıklaması bitince, taş çatlasın yarım saatte kendiliğinden dağılacak, eyleme değil birlik olmaya gelmiş topluluğa şiddet uygulamak, öfkeyle isyanı sadece büyütüyor, bunu anlamak için dahi olmaya gerek var mı?



Bu sorulardan çok var bende, hepsi de cevapsız!


Sığındığımız büfeden ıslak caddeye bakıyoruz. “Yağmur yağmış gibi ıslanmış her yer, keşke öyle olsaydı” diyor Yüksel. Büfelerin önünde siper alan polislere gözümü dikiyorum, çaresiz, savunmasız, öfkemizi susturmaya çalışarak ortalığın yatışmasını bekliyoruz, Twitter’dan gazlanan Beyoğlu sokaklarının görüntüleri akıyor hiç durmadan… Direnişin kaçıncı gününde, kaçıncı kez şiddet gördüğümüzü artık bilemez bir haldeyim. Çocuğunun yaşam hakkı için adalet isteyen bir anneye, bir babaya hangi hakla, hangi insanlıktan uzak zihniyetle saldırdılar, yaşadığımız hiçbir şiddet dalgasını çözemediğim gibi, bunu da çözemiyorum, boğulacak gibiyim o dalganın altında. Sudan hiç bu kadar nefret ettiğimi anımsamıyorum.



***

Bizim için Gezi Parkı, elimizden zorla alındığı günden beri bomboş haliyle artık daha farklı. Polisler Meydan’dan çekildikten sonra, öfkemizi biraz dindirmek, biraz da acımızı ağaçların sakinliğinde hafifletmek için parkımıza sığınıyoruz. Gezi’nin dimdik bir yamaç haline getirilmiş, sıcak yaz günlerinde hiç durmadan sulandığı için sararmaya başlamış çimden halısına bakarken, gözümüz Talimhane’de iftarı bekleyen sofralardaki insanlara takılıyor. 100 metre ötede bir çocuğun hayatının değerini anımsatmak için toplaşan insanlar iftarlık niyetine gaz yerken, o sofrada nasıl geçiyor lokmalar boğazlarından, biz ne ara bu kadar zalim olduk, hiç bilmiyorum.




Gezi’nin merdivenleri tırmanırken Elif, bu yazıyı yazmama neden olan cümlesini söylüyor: “Tuhaf” diyor, “sadece birkaç aydır tanıdığım insanlarla geçiyor her günüm ve artık sadece onlarla konuşabiliyorum.”

“Bizi kastediyorsan,aynı durumdayız” diyorum, gülümsüyoruz ama çok hüzünlü, garip bir yitirme hissiyle dolu bir gülümseme yüzümüzdeki. Ben, Yüksel ve Elif, üçümüz de kaybettiklerimizi ve kazandıklarımızı düşünüyoruz yan yana yürümeye devam ederken. Parka girdiğimizde, yanlarında kendimi farklı bir güven duygusuyla huzurlu hissettiğim, aynı şeyleri düşünüp aynı şeyleri duyumsadığım arkadaşlarımın varlıklarına şükrediyorum.



***

Gezi direnişi sürecinde, hayat boyu yanımda kalacağını sandığım arkadaşlarımın ciddi bir kısmını “kaybettim”, hükümsüz sayıyorum şimdi onları. Onca gazın, acının, şiddetin içinde bir yerde, neden direndiğimizi asla anlamayan sözde dostlardan gelen, kalbimi sızım sızım sızlatan sessiz kalışlar ve tuhaf saptamalar, hakarete varan yorumlardan, yazdığım yazılardan sonra aldığım tehditlerden daha çok canımı yakıyor. Tüm bu sürecin içinde bir yerde, çok dost saydığım kimilerini aslında ne kadar yanlış tanıdığımı fark ediyorum. Hatta hiç tanımadığımı… Tek tek çentik atıyorum üzerlerine, hatta mümkün olsa bir süngerle silip atmak istiyorum yaşanmışlıkları!


O gece geç saatte evime yürürken, dost sandığım biri daha arıyor. Konuşmaya “seni merak ettim” diye başlayıp, “olur olmadık her şeyde sokağa dökülüyorsun, sonra da gaz yedik su yedik diye yazıp çiziyorsun, sana ne elalemin çocuğundan” diye çemkiren arkadaşımın suratına telefonu kapatıyorum,”o çocuk benim oğlum da olabilirdi” bile demeye gerek duymadan, bir çentik daha atıyorum kayıplar listeme! Bugüne dek en büyük zenginliğimin insan biriktirmek olduğunu düşünürdüm, şimdiyse güven duygumun anlamını değiştiren birkaç yeni ama çabucak ‘yıllanmış’ insanla zenginleştiriyorum kalbimin giderek fakirleşen mor hesap defterini.



***

Ben bu satırları yazarken, Berkin çocuk hastanede hayata geri dönmek için mücadele ederek uyuyor, bense yatağında rüyalarıyla uyuyan oğluma bakamıyorum. Gözümün önünden Berkin’in annesi Gülsüm Elvan’ın acıyla yoğrulmuş ağlayan yüzü hiç gitmiyor. Ödüm kopuyor, Mehmet’in, Abdullah’ın, Ethem’in, Ali İsmail’in, Medeni’nin isimlerinin yanına bir de Berkin yazmak zorunda kalacağız diye! Uyan Berkin, ne olur gözlerini aç, annene bak! Biz buradayız, seni bekliyoruz, kocaman zeytin tanesi gözlerini aç da bize de bir bak diye…


Elvan ailesi öyle bir aile ki, bir mesajla o akşam yaralanan ve gözaltına alınanlardan, Berkin için Meydana gelen bizlerden özür dileyecek kadar çok “insan”lar! İnsan olmakla olmamak arasındaki derin uçurum, anlamsızca şiddet gördüğümüz her an daha da büyüyor sanki. Yıllardır bu ülkede öldürülen her çocuğun ardından ayrım yapmadan aynı acıyla kahrolmayanlar, nefessiz bırakıyor beni.


Bir çocuk, yaşı, dili, dini, ırkı her ne olursa olsun, sadece yaşama hakkı olan bir çocuktur! Ve çocuğunun acısıyla ağlattığınız her annenin gözyaşları, gün gelir, gırtlağınıza çöker, boğar, soluksuz bırakır sizi!

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.